Op.Dr.Barış ÇOBAN - Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı

Bloğuma hoşgeldiniz...
Bloğumda siz değerli hastalarımla, hem iletişim kurmak, hem de size daha sağlıklı bir hizmet vermek istiyorum. Bu nedenle de Kadın hastalıkları ve gebe sağlığı ile ilgili merak ettiklerinizden oluşan kategorilerim ve etiketler bölümlerinde makaleler yayımlayacağım.

Ayrıca "op.dr.bariscoban@gmail.com" adresine ve "Etiket konularının alt bölümlerine" yorumlarınızı ve sorularınızı yazabilirsiniz. "İzleyiciler" bölümüne kayıt olarak yeni bildirimlerden daha çabuk haberdar olabilirsiniz.

Bilginin paylaştıkça anlam kazanacağına inanırım çünkü... Bloğumun beklentilerinizi karşılaması dileklerimle...

GEBELİK ve DOĞUM

GEBELİK
      Normal bir gebelik son adet tarihinden itibaren 40 hafta ya da 280 gün veya diğer bir deyişle 9 ay 10 gün sürer.   Ayrıca gebelik dönemi birbirinden kesin sınırlarla ayrılmayan ama değerlendirme açısından oldukça faydalı olan 3 ana bölümde de incelenir.   Bunlara üçer aylar (trimester) denir.   Birinci üç ay boyunca cenine embriyo adı verilir ve organ gelişimlerinin esas olarak gerçekleştiği ve dolayısıyla bebeğin dış etkilere en hassas olduğu dönemdir.  Düşük riski de yine en büyük sıklıkla bu dönemde gözlenir.

Dikkat! Daha gebeliğin yeni anlaşıldığı hatta gebe kalma olasılığının olduğu günlerden itibaren anne adaylarının yapmaları gereken şey; folik asit adındaki vitamini almaya başlamalarıdır!  Folik asit desteğinin önerilme nedeni ise beyin ve omurilikte oluşabilecek problemlerin önlenmesidir.   En iyi doğal folik asit kaynakları yeşil yapraklı sebzeler, pancar, brokoli, bamya ve kuru baklagillerdir.  Ancak gebe kalındığı anlaşıldıktan sonra bu besinlere ek olarak mutlaka ilaç tarzında folik asit de alınmalıdır.

GEBE KALMADAN ÖNCE NE YAPMALI?
 •    Hamilelik öncesi muayenedeki amaç nedir? Gebelikte yapılan takip kadar gebelik öncesi muayene ve danışma da önemlidir. Buradaki amaçlardan bir tanesi bilinen veya bilinmeyen bir hastalığın gebeliği ne oranda etkileyeceğinin ya da bu hastalığın gebelikten ne oranda etkileneceğinin ortaya konulmasıdır. İdeal olan gebeliği planladığınız zamandan 3 ay öncesinde hekim kontrolüne girmek ve mümkünse bilinçli ve planlayarak gebe kalmaktır. Çünkü gebe kaldığınızı bilmediğiniz ilk haftalar, bebeğinizin gelişiminin en kolay etkileneceği dönemdir.

•    Hamile kalmadan önce doktor kontrolüne gitmenin anne adayı ve doğacak çocuk için ne gibi faydaları vardır?
Gebelik kadın vücudunun aslında alışık olmadığı ve bir anlamda yük getiren bir olaydır. Elbette sağlıklı bir gebelik dönemi ve sağlıklı bir çocuk için de annenin tam anlamıyla sağlıklı olması gerekmektedir. Bu nedenle gebe kalmaya karar veren kadınların gebe kalmadan önceki dönemde bir kadın hastalıkları ve doğum doktoruna başvurması gereklidir. Bilinen bir hastalık (şeker, yüksek tansiyon gibi) durumlarında bu muayenenin önemi daha da aşikardır.

•    Muayenede jinekolojik öykünün önemi nedir?
Gebe kalmayı arzulayan ve bu amaçla da korunmayı bırakan kadınların geçmişte geçirmiş oldukları özellikle ciddi düzeydeki kadın hastalıkları gebe kalıp kalamayacakları açısından önem taşımaktadır. Örneğin daha önce rahim, yumurtalık ya da tüplerle ilişkili bir operasyon geçirmiş kişilerin bu bilgileri doktorlarına mutlaka iletmeleri gerekmektedir.

•    Bilinen herhangi bir hastalığı olmayan kişilerde yapılması gereken testler ve tetkikler nelerdir?
Gebelik öncesi değerlendirmede anne ve baba adayının kendilerinde veya yakınlarında kalıtsal özellik gösterebilecek bir hastalığın var olup olmadığı araştırılır. Anne adayının genel bir muayenesi yapılarak herhangi bir hastalığı olup olmadığı araştırılır. Herhangi bir sorun saptandığında ise (örneğin kalp muayenesinde kalp seslerinde anormallik gibi) ilgili uzman doktorla görüşülerek bu problemin önemi ve gebeliği ne oranda etkileyebileceği araştırılır. Jinekolojik muayene ve ultrasonografi ile rahim ve yumurtalıklar değerlendirilir. Eğer gerekli görülürse  SMEAR
testi uygulanır. Bazı temel laboratuvar testleri ile karaciğer, böbrek fonksiyonları ve kronik hastalık varlığı (Şeker, hepatit gibi) araştırılır. Herhangi bir sebepten dolayı sürekli kullanılan ilaçlar varsa gebelik döneminde kullanılmalarının uygun olup olmadığı değerlendirilir.

•    Daha önce yaşanmış hamilelik ve bunların sonuçlarının incelenmesi nasıl bir önem taşır?
Daha önceden yaşanan gebelikler ile bunların sonuçları ile ilgili bilgiler, planlanan veya gerçekleşmiş gebeliğin nasıl seyredeceği hakkında önemli ipuçları verebilir. Daha önce gebelik boyunca ortaya çıkan problemlerin neler olduğu detaylı olarak sorgulanır Çünkü örneğin erken doğum ya da tansiyon yükselmesi gibi bazı problemlerin sonraki gebelikte de tekrarlama riski olduğundan bunlar mutlaka bilinmelidir. Ayrıca bebeklerin doğum haftaları, kiloları, doğum şekli, kaç saat sürdüğü, doğumda zorluk yaşanıp yaşanmadığı, detaylı olarak değerlendirilir. Özellikle daha önceden tekrarlayan düşükler, sakat bebek, zeka özürlü bebek dünyaya getirme ya da ölü doğum gibi olaylar varsa doktorunuz yeniden hamile kalamadan önce sizi mutlaka detaylı olarak değerlendirecektir.

•    Baba adayının alışkanlıkları eşini ve doğacak çocuğu nasıl etkiler?
Öncelikle bilinmelidir ki gebe kalabilmek için erkeğin de spermlerinin sayı ve hareketinin yeterli düzeyde olması gerekir. Baba adayı eğer ağır bir sigara veya alkol tüketicisi ise bu mutlaka spermlerinin kalitesini ve hatta spermlerin genetik yapısını dahi etkileyebilecektir. Dolayısıyla ideal olan bu tür alışkanlıkların sadece kadın tarafından değil erkek tarafından da bırakılmasıdır.

•    Çocuk sahibi olmak isteyen kişiler nasıl beslenmelidir?
Bebek sahibi olmaya karar verdiğiniz anda beslenme alışkanlıklarınızın tümünü gözden geçirmelisiniz. Folik asit alımına başlayınız. Daha gebeliğin yeni anlaşıldığı hatta gebe kalma olasılığının olduğuya da gebe kalınmak istendiği günlerden itibaren anne adaylarının yapmaları gereken şey; folik asit adındaki vitamini almaya başlamalarıdır. Folik asit desteğinin önerilme nedeni ise beyin ve omurilikde oluşabilecek problemlerin önlenmesidir. En iyi doğal folik asit kaynakları yeşil yapraklı sebzeler, taze sıkılmış meyve suları, pancar, brokoli, bamya ve kuru baklagillerdir. Ancak hiç olmazsa gebe kalındığı anlaşıldıktan sonra bu besinlere ek olarak mutlaka ilaç tarzında folik asit de alınmalıdır. Ayrıca yapay tatlandırıcılar, kafein gibi pek çok maddenin kullanımı da minimal düzeye indirilmelidir. Eğer kilo fazlanız varsa bunlardan kurtulmak için en iyi dönem gebelik öncesidir.

•    Hamile kalmaya çalışan anne adaylarının hayatındaki stres bu süreci olumsuz etkiler mi?
Elbette etkileyebilir. Özellikle kadınların hormonal düzenleri çok hassas bir denge üzerine kurulu olduğundan, psiklojik her türlü sorun doğrudan kadının bu hassas dengesini etkileyerek yumurtlama fonksiyonunu bozabilir. Dolayısıyla da gebe kalma ihtimalini azaltır.

•    Kadınlar, hamile kalmaya karar vermeden önce alkol ve sigarayı bırakmalı mıdır? NE kadar önce bırakmalıdır? Alkol ve sigara sperm kalitesini bozar mı?
İlk yapılacak işlerden biri olarak sigarayı bırakınız. Çünkü sigara içen kadınlarda gebe kalmada güçlük, gebe kalındığında da düşük olasılığında artış, erken doğumlar, düşük kilolu bebekler dünyaya getirme ve hatta anne karnında bebek ölümlerinin fazlalaştığı bilinmektedir. Tüm bu istenmeyen olaylar fazlaca sigara ve alkol tüketiminde söz konusu olmasına rağmen elbette ideali hiç zararlı madde almamaktır. Belli bir süre olmamasına karşın en az birkaç ay önce sigara ve alkolün bırakılmış olması önerilmektedir. Alkolün ve sigaranın sperm kalitesine kötü etkileri olduğu uzun süredir bilinmektedir.

•    Hamile kalabilmek için ne sıklıkta ilişkide bulunmak gerekir?
Cinsel ilişki sıklığı açısından normal ya da anormal diye bir sınıflama yapmak doğru değildir. Ancak spermlerin kadın vücudundaki yaşam süreleri ve yumurtayı yakalayabilmeleri göz önüne alındığında optimum sayı haftada 3 ya da gün aşırı ilişkidir. Ancak her gün ilişkide bulunan çiftlerde de gebe kalma sıklığı yüksek olmaktadır. En önemli konu ise yumurtlamanın olduğu günlere yakın dönemde yani iki adetin arasına rastlayan dönemde ilişki olmasıdır.

•    Uygun pozisyonlar nelerdir?
Her türlü pozisyon gebelik açısından mümkündür ancak spermlerin dışarı akmaması amacıyla genellikle erkeğin üstte olduğu pozisyonlar tercih edilmelidir.

•    İlişki  sırasında ve sonrasında neler yapmak gerekir?

 (Pelvik kaslarının altına yastık koyma)
Boşalma sonrasında bir miktar spermin dışarı kaçması aslında normaldir. Yine de bunu minimal oranda tutmak için kalçaların yükseltilmesi, en az 5 dakika yatılması, vaginal duş yapılmaması sayılabilir. Ayrıca değişik kayganlaştırıcı sıvıların ya da jellerin de spermler üzerine olan etkileri tam bilinmediğinden bunların da kullanılmaması gerekir. 


HAMİLE MİYİM?

     Hamile kaldığınız ilk andan itibaren bedeninizde aslında önemli değişiklikler olmaya başlamıştır. Bedeniniz yeni bir canlıyı büyütmek, geliştirmek ve dünyaya hazırlamak için belki daha önce yaşamadığı bir deneyime hazırlanır. Ama bu farklılığı çoğu zaman ilk günden itibaren anlamanız pek mümkün değildir.    Bazı kadınlarda hemen hemen hiçbir bulgu olmamasına karşın çoğunlukla bebeği büyütmeye çalışan vücudunuzda az ya da çok bazı belirtiler görülür. Genel olarak, başı dönen, midesi bulanan kadınların hamile olabileceği fikri yaygındır… Bu gebelik hormonuna verilen vücudun bir tepkisidir.   İlk farklılık adet düzenindeki değişikliktir. Adet kanamanız beklediğiniz tarihte gelmiyorsa, hamilelik olabileceği düşünülebilir.   Adetiniz bazen beklenilen süreden sonra gelebilir. Bu gebelik dışı nedenlerden olabileceği gibi aslında bir gebelikten, ama çok erken bir düşükle sonuçlanan bir gebelikten de oluşabilir. Bunu anlamanın tek yolu ise aşağıda belirtilen kanda gebelik Beta HCG (ß-hCG) ya da BHCG testidir.

Eğer gebeyseniz;
• Bulantı, göğüslerinizde dolgunluk, hassasiyet, meme başında karıncalanma hissi olabilir, meme ucunda koyulaşma görebilirsiniz.
• Karnınızın alt kısmında dolgunluk, şişkinlik ve bazen hassasiyet gibi farklılıklar oluşabilir.
• Kendinizi yorgun hissedebilir, daha çok uyumak isteyebilirsiniz. Bunun yanında baş dönmesi görülebilir.
• Sık sık idrara çıkma ihtiyacı duyabilirsiniz.
• Vajina salgılarınızda artma hissedebilirsiniz.

Vücudunuzda hissettiğiniz bu değişiklikler muhtemel bir gebeliğin habercisidir. Ancak elbette hamile miyim, sorusunun kesin cevabı değildir. Çünkü bu belirtileri başka koşullarda ve hastalıklarda da görebilirsiniz. Bu sorunun cevabını kesin olarak öğrenmeniz için bazı testler yaptırılabilir ya da jinekologunuza giderek muayene etmesini ve ultrasonografi ile bakmasını talep edebilirsiniz.

Gebelik Testleri Nelerdir ?
Hamile kaldığınız andan itibaren vücudunuzun kimyası süratle değişmeye başlar. Döllenen yumurta rahimde yerleştiği andan itibaren hCG (Human Chorionic Gonadotropin) adı verilen bir hormonu salgılamaya başlar. Normalde kanda ve idrarda belirli miktarda bulunan bu hormonunu arttığının testlerle tespit edilmesi çok özel bazı istisnalar haricinde hamile olduğunuzun kesin kanıtıdır.

İdrar ve kan testleri: Kanınızda bulunan gebelik hormonu hCG belli bir seviyeye ulaştığında idrarda çıkmaya başlar. İdrarda yapılan bu testlerin amacı, hCG’ nin varlığının ya da yokluğunun saptanmasına dayanır.  Farklı firmaların üretimi olan ve evde yapılabilen bu basit idrar testleri ile adet gecikmeniz eğer 1 hafta ve daha fazlaysa oldukça güvenilirdir. Ancak kanda bakılan gebelik hormonu kadar kesin bir cevap veremez. Ayrıca kan testi sadece gebeliğin varlığını değil, hormonun düzeyini de göstermesi sebebiyle gebeliğin gidişatı hakkında da bize bilgi verir.

HCG hormonun gebeliğe özel olan alt biriminin adı Beta HCG (BHCG) dir ve kesin olarak gebelik olup olmadığını belirtir. BHCG hormonunun başka bir hormonla karışması ve yanlış sonuç vermesi mümkün değildir. Bunun tek istisnası yumurtalık tümörlerinin çok çok nadir görülen bir şeklinde (koryokarsinoma) aynı hormonun salınması durumudur. Dolayısıyla BetaHCG (B-HCG) hormonu gebeliğe özgüdür denilebilir.   Kan testiyle daha adet gecikmesi bile olmadan gebe olup olmadığınızı anlamanız mümkündür.

Ultrasonografi ile Gebelik Tanısı
Ultrasonografi ile gebelik tanısı gebelik kesesinin görülmesine dayanır.
Adet gecikmesi bir haftayı bulduğunda vajinal ultrason incelemesi ile gebelik kesesini görmek mümkündür. Karından yapılan ultrasonografi ile gebelik kesesini görmek için ise en az 10 günlük bir gecikme olması gerekir. Yaklaşık 15 günlük bir gecikme varlığında ise gebelik kesesi içersinde bebeği de görmek mümkündür. Canlı olup olmadığı ise bir hafta sonraki vajinal ultrasonografide görülebilecektir.   Bir başka deyişle; bebekte ilk gelişen sistem olan dolaşım sistemi yani kalp atışları 3 haftalık bir gecikmede gözlenebilir.
GEBELİK TAKİBİ

Gebe Kaldıktan sonra mutlaka düzenli olarak doktor kontrollerine gitmelisiniz.  Bu hem sizin hem de bebeğinizin beklenmeyen bir problem yaşamamasında en önemli faktördür.   Elbette gebelik ve doğum kendi kendine işleyen doğal birer fizyolojik süreçtir, ancak ortaya çıkabilecek sıkıntıları başında fark etmek ve düzelmesi için gerekli önlemleri zamanında almakla pek çok sorun daha doğmadan halledilir.

Doktor kontrolüne ne sıklıkla gidilmeli ?
Anne karnında tek fetüsün bulunduğu ve annenin daha önceden bir hastalığının (kalp hastalığı, diyabet, hipertansiyon, böbrek hastalığı gibi) bulunmadığı gebelikleri başlangıçta normalde ayda bir kez hekimin görerek değerlendirmesi yeterlidir.   İkiz gebeliklerde ya da daha sıkı takip gerektirebilecek bahsi geçen hastalıkların veya benzerlerinin bulunması durumunda ise hekimin kararına göre 2-3 haftada veya gerekirse her hafta da gebe görülebilir.   Bu kontrollerde hekiminiz kilonuzu ve tansiyonunuzu kaydedecek, şikayetlerinizi dinleyecek, bebeğin gelişimini değerlendirecek ve o dönemde yapılması gerekli testleri yaptırmanızı sizden isteyecektir.

Genellikle 28-30. haftadan itibaren 3 haftada bir, 34-35. haftadan sonra 2 haftada bir ve son ayda (36. haftadan itibaren) her hafta gebenin görülmesinde fayda vardır. Muayeneler son dönemde kısa bile olsa fetüsün durumunun biofizik profil denilen bir sistem kullanarak değerlendirilmesinde büyük fayda vardır.

Gebelik sürecinde 20-22. haftalarda detaylı ultrasonografik değerlendirme yapmaktayız.  Fetüsün tüm organları bu inceleme ile tek tek detaylı olarak değerlendirilmektedir.

Hekiminiz eğer gerekli görürse Doppler Ultrasonografi ile bebeğin kan akım hızlarını yani bebeğin beslenme ve oksijenlenme durumunu da ayrıca değerlendirecektir.
Normal seyreden gebeliklerde Doppler incelemesini tarama amaçlı olarak 24. ve 30. gebelik haftasında rahime giden damarlarda ve bebeğin göbek kordonunda bakmaktayız.  Bunun dışında kan akım hızlarının ölçülmesi bebekte ya da annede bir problem (gelişme geriliği, tansiyon yükselmesi gibi) saptanırsa önem kazanır. Bu gibi durumlarda seri Doppler Ultrason ölçümleri ile bebeğin beslenme durumu yakından takip edilir.
GEBELİKTE BESLENME

      Genel anlamıyla söylemek gerekirse gebe kalan kadının gebelik öncesinden çok da farklı bir beslenmeye gereksinimi yoktur. Bebek için yararlı ya da zararlı olabilecek özel bir liste oluşturmanın da çok pratik bir anlamı olmadığı bilinmektedir. Denilebilir ki gebelikte beslenmenin ana ilkesi dengeli beslenmedir. En önemli konu; gebenin içinde gelişmekte olan bir canlı olduğunu unutmadan, ona ne zarar vereceği tam bilinmeyen yapay, kimyasal maddelerden uzak durması ve mümkün olduğunca doğal beslenmeye, konserve yiyecekler ve boyalı ve katkı maddesi içeren besinler almamaya gayret etmesidir.

Bu arada çevrenin gebeye gereğinden fazla yemesi için iyi niyetli bile olsa baskı yapması doğru olmayan bir tutumdur. Dolayısıyla gebelikte iki canlı olunduğundan iki kişi için yemek kavramı yanlıştır. Öte yandan gebelikte fazla kilo almamak amacıyla özel bir diyet de uygulanmamalıdır. Her gebenin tüm gebelik boyunca normal olarak 10-15 kilo alacağı ve alması gerektiği unutulmamalıdır. Gebe kalmadan önce alınan gıdaya ek olarak her gün fazladan 1 tabak proteinli yemek ya da 1 yumurta, ayrıca 1 bardak süt, 1 dilim ekmek ve 1-2 tane de meyve mutlaka yenmelidir.

Daha gebeliğin yeni anlaşıldığı hatta gebe kalma olasılığının olduğu günlerden itibaren anne adaylarının yapmaları gereken şey; folik asit adındaki vitamini almaya başlamalarıdır.

Sigara ve alkol alınmaması elbette yine ilk yapılması gereken şeylerden birisidir.

Genellikle gebelikte ortaya çıkan şikayetlerden birisi de kabızlıktır. Gebelikte barsak hareketleri genellikle yavaşladığı için diyete lifli gıdalar ve bol sıvı eklenmelidir. En basitten başlayarak kabızlığın tedavisi bol sıvı alımı, yürüyüş ve egzersiz, posalı yiyeceklerin, sebze ve meyvelerin tüketilmesi şeklindedir. Bu temel önlemlerle üstesinden gelinemeyen kabızlık durumunda barsaklardan emilmeyen ve çocuğa ulaşmayan maddeler içeren kabızlık giderici ilaçların kullanılması gerekebilir. Doktorunuza danışmanız yeterli olacaktır!.

Anne adaylarının gebelikte demir desteği almaları gerekmektedir. . Demir depoları önceden de kısıtlı olan gebelerde demir takviyesi yapılmazsa halsizlik, çabuk yorulma, saçlarda zayıflık, tırnaklarda kırılma gibi kansızlık belirtileri ortaya çıkabilir. Ayrıca tavuk, kırmızı et, yumurta sarısı, ıspanak ve lahana gibi besinlerin de yüksek demir içeriğine sahip olduğunu bilmenizde ve bunları da sıkça tüketmenizde fayda vardır. Bu arada demir kullanan kişilerde dışkı renginin koyulaştığını da unutmayınız.

Dengeli ve bilinçli beslenen anne adaylarının ayrıca çoklu vitamin almaları şart değildir.

Günde en az bir su bardağı süt içilmesi ise kesinlikle unutulmamalıdır. Süt ve sütten yapılmış gıdalar tüketilirken sütün pastorize olması ve peynirlerin tam mayalanmış olmasına mutlaka dikkat edilmelidir. Aksi halde bazı sütten geçen hastalıklar açısından risk alınmış olur. Marketlerde satılan çok yüksek ısıda hazırlanıp paketlenmiş sütler güvenli sayılabilir.

Çay, kahve, kakao ve kola ise mümkün olduğunca az tüketilmelidir.
Gebelikte fastfood, salam, sosis, sucuk, dondurulmuş gıdaların tüketilmesi, ve dışarıda kaliteli olmayan restoranlarda yemek yemek pek tercih edilmemelidir. Bu tür gidalarin pisirilme teknikleri yetersiz ve kullanılan suni renklendirici, tatlandırıcı, koruyucu maddeler ve aşırı yag içermeleri anne ve bebek sağlığını olumsuz etkileyebilir.

VEJETERYAN GEBELER

Vejetaryen olan bir gebe baklagiller ve kepekli tahıllar yani bitkisel proteinler tüketerek bebek ve kendisinin protein ihtiyacını karşılamalıdır.  Yumurta, süt ve sütten yapılmış gıdaları da almayan vejetaryenler yani veganlar ise dengeli bir diyetin yanı sıra vitamin desteğine de mutlaka ihtiyaç duyarlar. Hiç hayvansal gıda almayan bu gebelerde özellikle B12 vitamin eksikliği görülür. Ayrıca bitkisel gıdalarda daha az yağ olması nedeniyle kalori alimi da yeterli olmayabilir.   Veganlarda diğer bazı vitaminler (vit-D) ve kalsiyum, demir çinko gibi mineraller de yeterli alınamayabilir. Bu yüzden diyet, kalori, vitamin ve mineraller açısından çok iyi dengelenmeli ve gerekli destek yapılmalıdır.

GEBELİKTE TARAMA TESTLERİ

Gebelik sırasında birçok problemin erkenden tanınması için tarama testleri yapılır. Bu testler kan örneğinde bakılabilir ya da Ultrasonografik inceleme ile yapılabilir.  Yeni doğanlarda en sık görülen ve zeka geriliğiyle seyreden genetik problem olan Down Sendromu (21 no.lu kromozomdan 3 adet olması) için yapılan testlerin en yaygın olanı “üçlü test”tir. Bu test gebeliğin 15-20. haftalarında yapılmaktadır. Bu test Down Sendromunun dışında Nöral Tüp Defektleri denen sinir sisteminin gelişimsel bozukluklarında ve yine diğer bazı genetik problemlerde de erkenden bulgu verir.

Üçlü test anne kanında alfafetoprotein (AFP), B-hCG ve unkonjuge estradiol hormonlarının ölçümlerine dayanarak yapılan bir risk hesaplamasıdır. Burada ortaya çıkan risk, 35 yaşındaki kadınlar için belirlenen doğal riskten daha yüksek ise amniosentez yani bebekten su alınması işlemi önerilmektedir.  Genel olarak üçlü test ile Down Sendromu olan bebeklerin % 60’ı, üçlü test ve ultrasonografide anomali taraması ile ise % 85’i yakalanabilmektedir.

Ancak bu testin nispeten geç dönemde yapılması, sonuçlarının geç çıkması ve anormal bir sonuç çıkması durumunda, gebelik sonlandırılması işleminin 20-22 hafta gibi geç bir döneme denk gelmesi önemli bir dezavantaj oluşturmaktadır. Gebeliğin bu dönemde sonlandırılması hasta açısından önemli psikolojik sorunlara yol açabilmektedir.  Ayrıca üçlü testin anormallik saptama açısından duyarlılığının yüksek olmaması da ikinci önemli sorunu oluşturmaktadır.

Bu nedenle son zamanlarda Down sendromu taraması için gebeliğin daha erken bir döneminde, 11-14. haftalar arasında yapılan ve “ikili test” adı verilen bir test uygulanmaya başlamıştır. İkili test kısaca PAPP-A ve serbest B-hCG adı verilen iki hormonun kanda ölçülmesi ile hesaplanan bir risk oranına dayanmaktadır.  İkili testin avantajları arasında gebeliğin daha erken bir döneminde yapılması ve anormal bir sonuç durumunda daha fazla tanısal test seçeneğinin (koryonik villus örneklemesi, erken veya geç amniyosentez) olması, anomalili bebek durumunda ise gebelik sonlandırılmasının daha erken bir dönemde yapılabilmesidir. Ayrıca testin duyarlılığı üçlü test ile karşılaştırıldığında daha yüksek olarak rapor edilmektedir.
Testin en önemli dezavantajı ise sinir sisteminde gelişebilecek olan anormallikleri saptayamamasıdır.  Sadece ikili test yapılması durumunda Down Sendromu olan bebeklerin %60’saptanabilmektedir. Ayrıca ikili test’te yalancı pozitif oranı daha düşüktür.   İkili testte ek olarak ultrasonografide bebeğin “ense derisi saydamlığı” ölçümü ile bu oran %85-90’lara ulaşmakta ve yalancı pozitiflik oranı % 5’e kadar düşmektedir.

Ense Derisi Saydamlığı nedir ?
Gebeliğin 11 hafta ile 14 hafta dönemi arasında karından ultrasonografik olarak yapılan NT (Nuchal translucency - ense derisi saydamlığı veya ense kalınlığı) ölçümü ile Down Sendromu olan bebeklerin % 60’ı ve özellikle kalp anomalileri olmak üzere diğer bazı anomaliler saptanabilmektedir.   Ense kalınlığı ölçümü ile ikili test sonuçlarının kombine edilmesi ile Down Sendromu olan bebeklerin %85-90’ı saptanabilmektedir.   Ancak bu araştırmayı yapan hekimlerin mutlaka yeterli deneyime sahip olmaları gerekir.

Test sonuçları anormalse girişimsel tanı yöntemlerine geçilir.  İkili test sonuçları anormalse koryon villus örneklemesi, erken amniosentez veya geç amniosentez yapılabilir.  Üçlü test anormalse 16-18. haftalarda amniyosentez yapılır.
Koryon Villus Biyopsisi ya da CVS (Koryon villus örneklemesi) Nedir?
Gebeliğin daha sonraki döneminde plasentayı oluşturacak olan koryondan genetik tanı amacı ile biyopsi alınması işlemidir.   Yapılma amaçları genellikle amniyosentezle aynıdır. Ama daha erken gebelik haftasında yapılması nedeni ile tercih edilebilen bir yöntemdir.   9-11 gebelik haftalarında uygulanır.   Bu haftalarda alınan genetik materyalde bir anomali saptanması durumunda gebelik en geç 14 haftalıkken boşaltılmakta ve ailede daha az psikolojik travmaya neden olmaktadır. Ancak işlem sonrası düşük riski amniyosenteze göre daha fazladır.  Yaklaşık %2 olarak hesaplanmıştır.

Kordosentez Nedir?
Anne karnından ultrason eşliğinde bir iğne aracılığı ile girilerek bebek kordonundan kan alınması işlemidir.  İşlem steril şartlarda uygulanır. Genellikle 20. gebelik haftasından önce kolay yapılamaz.   Genetik araştırma amacı ile olduğu gibi, bebeğe ait enfeksiyon hastalıklarını araştırmak, kan uyuşmazlığı (20)nın şiddetini saptamak için de yapılır.   Bu işlem, tedavi amaçlı da kullanılabilir. Örneğin; kan uyuşmazlığı bebekte anemiye yol açmışsa, anne karnındaki bebeğe kordosentez yöntemi ile kan nakli yapılabilmektedir.   35 yaşından büyük gebelerde fetusdaki anomali riski artışından dolayı doğrudan amniosentez de yapılabilir.

Amniyosentez (ya da amniosentez) Nedir ?
Amniyosentez, bebeğinizin içinde bulunduğu sıvıdan iğne yardımı ile bir miktar örnek alınarak incelenmesi anlamına gelir. Bu sıvı içerisinde bebeğinizin gelişimi hakkında önemli açıklamalar getirecek kanıtlar vardır.   Amniyosentez uygulaması, geçmiş yıllarda fazla miktarda bulunan amniyo sıvısını azaltmak, bebeğin iyilik durumunu araştırmak, sonraki yıllarda ise kan uyuşmazlığı ile ilgili bebeğin durumunu kontrol etmek amacıyla uygulanırken; günümüzde, genetik anomalilerin tespitinde kullanılan en geçerli testlerden biridir.   İşlem aslında basit bir uygulamadır ancak yine de mutlaka bu konuda tecrübeli bir hekim tarafından yapılmalıdır.  Erken gebelik haftalarında düşük riski daha fazla olacağından tercih edilmez.

Anne ultrason masasına sırt üstü yatırılır ve karnın steril olması sağlanır. İşlem genellikle bir hekim ve bir yardımcı tarafından yapılır.   Ultrason yardımı ile bebeğin anne karnındaki pozisyonu dikkatlice takip edilirken iğne aynı zamanda göbeğin uygun bir yerine yerleştirilir. İğne önce karın katmanlarını sonra rahim kasını geçerek amniyo kesesine doğru itilir ve iğnenin ucunda bulunan bir enjektör yardımı ile bebeğin amniyo sıvısından bir miktar alınır.  Alınan sıvı laboratuar ortamında ayrıştırıldıktan sonra bebekten bu sıvıya karışan hücreler besi yerlerinde üretilir ve incelenerek genetik olarak bir anormalliği olup olmadığına bakılır.

İşleme bağlı düşük, enfeksiyon, su kesesinin açılması, plesenta veya kordonun zedelenmesi, erken doğum riski, alınan sıvıdan istenildiği gibi hücre üretilememesi, sıvı almak için kullanılan iğnenin bebeğe zarar vermesi gibi riskler teorik olarak söz konusudur. Ancak bu risklerin olasılığı uzman kişilerin elinde % 1 'den fazla değildir.   Amniosentez gerekli olduğu durumlarda faydalı sonuçları ile henüz yerine başka bir testin olmadığı vazgeçilmez bir inceleme yöntemidir. Test için hiçbir ön hazırlık gerekmez. Karından iğne yardımı ile rahime ulaşmak acı veren bir durum değildir. İşlem lokal anesteziye bile gerek duyulmadan yapılır.   Hasta uygulama sonrasında yarım saat kadar dinlendirilir.

Amniyosentez sonuçları güvenilir midir ?
İyi bir laboratuar tarafından değerlendirildiğinde sonuçlara % 99.9 güvenilebilir. Normal çıkan bir kromozom analizinin hatalı olma payı çok düşüktür. Anormal bir durum oluştuğunda ise nadiren KS (kordosentez) gibi bir yöntemle bu sefer bebekten kan örneği alınarak anormal durumun doğrulanması gerekebilir.   Tanıda problem yaratanlar kromozomlarda inversiyon, translokasyon, ya da mozaik gibi anormal durumlardır. Bunlar saptandığında doğacak bebeğin bundan nasıl etkileneceğinin önceden belirlenmesi mümkün olmayabilir. Anne ve baba adaylarından birinde aynı tip bozukluk varsa ve normalse, bebekleri de büyük olasılıkla normal olacaktır.
 
DETAYLI ULTRASON (USG) İNCELEMESİ

     Sağlıklı bir gebelik izleminin en önemli aşamalarından birisi de gelişmekte olan bebeğin tüm organ ve oluşumlarının detaylı bir şekilde incelendiği ikinci düzey ultrason incelemesidir.  Bu incelemeye, ikinci trimester ultrasonografi taraması, ayrıntılı fetal inceleme, detaylı fetal anatomik inceleme gibi değişik isimler verilmektedir. Halk arasında ise renkli ultrason gibi yanlış bir isimlendirmesi de vardır.   Detaylı ultrasonografi 18-24. haftalar arasında yapılabilir. Bu dönemde bebek ve organları yeterince büyümüştür ve daha iyi görüntü elde etmek için bebeğin çevresindeki su miktarı boldur. Bu dönemde yapılmasının bir başka nedeni de olası bir anomali saptanması durumunda gebeliğin sonlandırılması açısından çok geç kalınmış olmamasıdır.  Merkezimizde de uygulama 20-22. haftalar arasında yapılmaktadır.

Değerlendirmenin sağlıklı yapılabilmesi için teknik özellikleri üstün olan bir ultrason cihazının kullanılması uygun olur.  Detaylı ultrasonografinin bu konuda özel eğitim almış kişiler tarafından yapılması idealdir.   Detaylı ultrasonun amacı bebekte görülebilecek doğumsal kusurların tespit edilmesi ve bazı genetik hastalıklarda ortaya çıkabilecek olan anomalilerin saptanarak gerekirse ileri inceleme yapılmasıdır. Ancak teknolojideki tüm bu gelişmelere karşın en iyi cihazlar ve en tecrübeli uzmanların varlığında bile doğumsal kusurların ancak %70-80'i fark edilebilir.

Detaylı ultrasonografi nasıl yapılır ?
Detaylı ultrasonografide; rahim yapısı, plasenta(bebek eşi) ve bebek sistematik bir şekilde gözden geçirilir.   Anne adayı sırtüstü yatar pozisyonda karından bakılarak inceleme yapılır. İşlem yaklaşık 15-20 dakika kadar sürer. Bebeğin genel değerlendirilmesi ve rutin ölçümlerin ardından sırasıyla kafa, boyun, göğüs kafesi, kalp, karın, genital bölge ve kol ve bacaklar ve omurga detaylı olarak incelenir.

Detaylı ultrasonografide nelere bakılır ?
1) Kafanın şekli, yapısı, çapı ve çevresi ölçülür.
2) Kafa içi oluşumlar olan beyin boşlukları, koroid pleksus (choroid pleksus), orta beyin, arka çukurluk (posterior fossa), yan ventriküller incelenir ve bunların ölçümleri yapılır. Bebeğin beyinciği (cerebellum) beynin arka kısmında bir gözlük şeklinde görülür. Bu yapının uzunluğu genelde gebelik haftasının verir. Ventriküllerde genişleme ya da koroid pleksuslarda kist saptanması önemli olabilir.
3) Yüzde bebeğin genel profili, burun kemiği, göz küreleri ve bunların arasındaki mesafeler incelenir. Bebeğin gözündeki lens ultrasonografide izlenir.
4) Boyunda herhangi bir kist ya da kitle olup olmadığı incelenir. Ense kalınlığı bu dönemde de genitik hastalıklar açısından ipucu verebilir.
5) Tüm omurga yukarıdan aşağı ve enine kesitlerde incelenerek bir açıklık olup olmadığı araştırılır. Tüm omurga enseden kuyruk sokumuna kadar incelenir.
6) Kalbin genel yapısı incelenir, atım hızı ve ritminde bir anormallik olup olmadığına bakılır. Karıncık ve kulakçıklar (ventrikül ve atriumlar) incelenir, içlerinde kitle ya da anormal bir görünüm olup olmadığı araştırılır. Karıncıklar ya da kulakçıklar arasında delik olup olmadığına bakılır. Kalpten çıkan ana atardamar olan aort ile kirli kanı akciğerlere taşıyan ana damarların yapısı incelenir
7) Göğüs kafesinin yapısı ve şekli incelenir, akciğerler ve diyaframın normal görünüp görünmediği kontrol edilir.
8) Mide, karaciğer, böbrekler, mesane, karın duvarı, göbek kordonunun bebeğe girdiği bölge ve damarların bebeğe girdikten sonraki seyri incelenir ve karın çevresi ölçülür. Ayrıca barsakların ultrasondaki görüntüsü de genetik hastalıklar açısından fikir verebilir.
9) Göbek kordonunun yapısı ve içersinde iki atardamar ve bir toplardamar bulunup bulunmadığı incelenir.
10) Kollar ve bacaklar incelenir. Kol ve bacaklardaki tüm kemikler ölçülür. Bunlar kolda omuz ile dirsek arasındaki humerus, dirsek ile el bileği arasındaki radius ve ulna kemikleri ile kalça ve diz arasındaki femur ile diz ve ayak bileği arasındaki tibia ve fibula kemikleridir. El ve ayakların yapısı incelenerek sayı ve şekil bozukluğu olup olmadığı araştırılır. Örneğin elde küçük parmağın ortasındaki kemiğin bulunmaması Down sendromu lehine yorumlanır.

Detaylı ultrasonografide temel olarak pekçok major anomali saptanabilir ancak tüm anomalilerin %100 kesinlikle saptanması mümkün değildir.

Bebeğin gelişiminin ultrason ile değerlendirilmesi bazı faktörlere bağlıdır. Bunlar arasında en önemlileri annenin vücut ağırlığı ve yağ miktarı ile bebeğin rahim içindeki duruş şeklidir. Ayrıca amniyon sıvısının miktarı da ultrason incelemesinin kalitesini etkiler. Bazı durumlarda bebeğin duruşu belirli bölgelerin incelenmesine olanak tanımayabilir. Bu durum hamilelerin yaklaşık %10-15'inde ortaya çıkmaktadır.  Genel olarak anomalilerin yarısından fazlası ultrasonografi ile tespit edilebilmektedir. Buna göre detaylı ultrasonografi bulgularının normal olması bebeğin kesinlikle sağlıklı olduğunu garanti etmez. 
İKİZ GEBELİK
     Elbette 9 ay 10 gün boyunca bir bebeği taşımak oldukça zor. Hele bir de hamileliğiniz ikiz ise bu iş çok daha da zor.  Genel olarak söylemek gerekirse gebeliğin sorunları neredeyse katlanıyor.  Çoğul gebelik rahim içinde birden fazla fetüsun oluşması olarak tanımlanabilir. Çoğul gebeliklerin çok büyük çoğunluğu ise ikiz gebeliklerdir. İkiz gebeliklerin genel olarak, eğer kendiliğinden oluşurlarsa, 90 gebelikte bir ortaya çıktıkları söylenebilir. Ancak günümüzde aşılama veya tüp bebek gibi yardımla üreme teknikleri çok artmaya başladığından çoğul gebelikleri de görme olasılığı artmıştır. Kabaca tüp bebek uygulamalarının % 25-30’unda ikiz gebelik meydana geldiği söylenebilir.

     İkiz gebelikler tek yumurtanın bir sperm tarafından döllendikten sonra bölünme aşamasında ikiye ayrıldığı tek yumurta ikizleri veya iki ayrı yumurtanın iki ayrı spermle döllenmesi ile oluşan çift yumurta ikizleri şeklinde olabilir. Tek yumurta ikizleri aynı genetik yüklü ve aynı cins olurken çift yumurta ikizleri ayrı veya aynı cinsiyette olabilir. Tüp bebekte görülen ikizlerin hemen tamamına yakını çift yumurta ikizleridir.

Tek yumurta ikizlerinden bahsedersek;
Kan grubu, cinsiyet, göz rengi gibi tüm kalıtsal özellikleri aynı olan bu kardeşler birbirlerine görünüş olarak çok benzerler.   Tek yumurta ikiz gebeliğinde döllenen yumurta hücresi döllenmeden sonraki ilk üç günde yeniden bölünerek iki ayrı embriyoya dönüşür ve bu embriyolar ayrı ayrı gelişimlerini sürdürmeye devam ederler. Bu durumda her bebeğin beslendiği plasentası ve içinde bulunduğu su kesesi ayrıdır.  Bazen plasentalar birbirleriyle yakın temas halinde olduklarından ultrasonografide birleşmiş izlenimi verebilirler.  Döllenme sonrası ayrılma dördüncü günle sekizinci gün arasında olduğunda plasentaları ortak, ancak su keseleri ayrı olan iki bebek gelişmeye başlar.

     Döllenme sonrası ayrılma bazen sekizinci gün sonrasında da oluşabilir. Bu durumda ise hem plasentaları hem de içinde bulundukları su kesesi aynıdır. Yani bu iki bebek tamamen aynı ortamı paylaşmaktadırlar. Bu tip ikizliklerde problem yaşanma olasılığı diğer türlere göre daha fazladır.    Hekimler daha gebeliğin başında ikiz gebeliğin türünü ayırt edip gebelik boyunca gözlemlerini buna göre sürdürürler.   Bazen (çok nadiren) bölünme embriyonik disk adı verilen yapı meydana geldikten sonra olur. Bu durumda ise embriyo aslında oluşmuş olduğundan bölünme tam olarak gerçekleşemez ve yapışık ikizlik (siyam ikizleri dediğimiz) durum ortaya çıkar.


İkiz Gebeliklerde Oluşan Riskler Nelerdir ?
•    Daha gebeliğin başından itibaren bulantı, kusma şikayetleri normalden daha fazla görülür. Yine düşük ihtimalinin de biraz daha fazla olduğu söylenebilir.
•    Erken doğum ve buna bağlı prematüre bebek riski en sık karşılaşılan problemlerin başında gelir. Normal tekil bir gebelikte gebeliğin sonlanması 39-40 hafta sürerken , ikiz gebeliklerde normal doğum süresi ortalama 37 hafta kadardır.
•    Doğum tartıları tek bebeklere göre genellikle daha düşük olur. İkizlerden birinin daha fazla diğerinin daha az beslenme riski ve dolayısıyla aralarında belirgin kilo farkı olması da mümkündür.
•    Anemi (kansızlık), hipertansiyon (preeklampsi) gibi riskler de ikiz gebeliklerde daha fazla görülmektedir.

      İkizlerin solunum, dolaşım ve sindirim sistemleri tek fetus olan gebeliğe göre çok daha büyük bir gereksinimi karşılamak zorundadır. Bu nedenle ikiz gebeliklerin daha yakından izlenmesi gerekir. Normal gebeliklerde ayda bir kez izlemek gerekirken ikiz gebelikleri en az 3 haftada bir incelemek gerekir.

      İlerleyen haftalarda gebenin yürüyüşü ve dengesi tekil gebeliklere oranla daha fazla etkilenir. Nefes darlığı gözlenir. Basur ve varis gibi sorunlar daha sık olarak görülür. Aşırı yük, omurgada zorlanmaya ve ağrılara da neden olabilir. Yine son haftalarda hastaneye yatma oranı da tekil gebeliklere oranla daha sıktır.

İkizlerin Doğumu
İkizlerin çoğu belirlenen zamandan bir süre önce doğar.   İkiz normal doğumu doğumu genellikle rahat ilerler. Yine de sezaryen ikiz doğumunda daha yaygındır. Bebeklerin biri ya da ikisi yanlış bir pozisyonda olabilir çünkü bu kendilerine yer bulmanın tek yoludur.   Bebeklerin biri ya da ikisi ters durabilir, yani önce ayakları gelir.  Genellikle, bir bebek rahime çapraz uzanır, bu durumda sezaryen gereklidir. Ayrıca bebekler tek bir bebekten daha güçsüz ve küçük olabilirler, bu yüzden onları en az yoran yol olarak sezaryen sıklıkla seçilir.   İkiz hamileliği boyunca, jinekologunuzu daha sık göreceksiniz ve hamileliğin, doğum öncesinin ve doğumun her yönü dikkatlice incelenecektir.

•    Korkulan konulardan birisi de ikiz gebeliklerde doğum sonrası kanamaların daha fazla olmasıdır. Ancak gerekli önlemler alındığında bu risk tehlike arzetmemektedir.
      İkizler doğum sonrası bakım için daha çok zamana ihtiyaç duyarlar. İkizleriniz sağlıklı olsa da hastanede daha uzun kalmanız gerekebilir. Bu, onları daha rahat beslemenizi ve günlük bakımlarıyla uğraşmak için güven kazanmanızı sağlar.    Merkezimizde takip edilen gebelerin önemli bir bölümü tüp bebek uygulamalarından elde edilen gebelikler olması nedeniyle ikiz gebe takibindeki tecrübemiz yıllar içersinde oldukça artmıştır.

 ÜÇÜZ VE DAHA YÜKSEK SAYIDA GEBELİKLER

    Üçüz Gebelikte Neler Olacak ?  Günümüzde çoğul gebeliklerin önemli bir kısmında sebep, yardımla üreme tekniklerinde (aşılama ve özellikle de tüp bebek) rahim içine verilen embriyo sayısının yüksek olmasıdır.  Yine yumurtlamayı sağlayıcı ilaçların da yumurtlama destek tedavisinde çoğul gebelik oluşumuna katkısı oldukça fazladır.   Yumurtlamayı sağlayıcı tedavilerin en basiti olarak kabul edilen ağızdan tedavide bile ikiz gebelik oluşma olasılığı yaklaşık %5'tir.

Laboratuar şartlarında oluşturulan (
tüp bebek) ve rahim içine nakledilen embriyo sayısı arttıkça gebelik oluşma şansı yükselmekte, ancak oluşan gebeliğin ikiz veya daha fazla sayıda olma olasılığı da artmaktadır.   Doktor çoğul gebelik oluşma şansını azaltmak için nakledilen embriyo sayısını azalttığında ise gebelik şansı azalacaktır. Bu sebeple tüp bebek tedavisini uygulayan hekim dikkatli bir karar vermek zorundadır.   Oluşan gebelikte bebek sayısı üç veya daha fazla olduğunda bu gebeliğin sağlıklı bebeklerin doğumuyla sonuçlanma olasılığı oldukça azalacağından bebeklerin sayısını azaltma (redüksiyon) gündeme gelir.



Redüksiyon bebeklerden bir veya daha fazlasının gebeliğin erken haftalarında, diğer bebeklerin sağlıklı doğabilmesi için feda edilmesidir.

Feda edilecek bebek ya da bebekler neye göre seçilmektedir ?   Bebeklerden birinde bir anormallik veya yaşamla bağdaşmayan bir doğumsal kusur saptandığında bu bebeğin feda edilmesine karar vermek zor olmaz. Ancak diğer durumlarda işlemi yapacak doktor bebekler arasında sağlıklı olma olasılığı en yüksek olanları doğru bir şekilde belirlemek ve anne ve baba adayının onayını aldıktan sonra redüksiyon işlemini diğer bebeğe (ya da bebeklere) uygulamak durumundadır.  Redüksiyon işlemi (fetosid de denir) ülkemizde yasal bir uygulamadır.

İLERİ YAŞ GEBELİĞİ

     Günümüzde kadınlar tarafından evlilik ve annelik yaşı sürekli olarak ileriye ertelenmektedir.  Bu ertelemenin nedenleri arasında öncelikle mesleki kariyerini sağlamlaştırmak, maddi güvenceyi sağlama kaygısı veya psikolojik olarak anneliğe hazır olmaya çalışmak sayılabilir.   Ayrıca yaşanan teknolojik gelişmeler sonucu yardımcı üreme teknikleri (mikroenjeksiyon-tüp bebek) ile hamile kalan kadın sayısında büyük bir artış vardır.  Yıllarca hamile kalamamış pek çok kadın bu yolla gebe olmanın mutluluğunu yaşmaktadır. Bunun sonucu olarak da ileri yaş gebelikleri günümüzde daha çok görülmektedir.

Önemli olan konu ise, kadının, sağlıklı bir gebelik ve gebe kalma potansiyeli üzerine, yaşın etkili olduğunun farkında olmasıdır. Bir kadın için fizyolojik anlamda en uygun doğurganlık yaşı 20-30 yaşlar arasıdır.  Anne adaylarının 35 yaş ve üzeri olması durumuna İleri Anne Yaşı denir. Bu tip gebelikler riskli gebelikler grubundan kabul edilip daha yakından ve özel bir takip gerektirir.   Aslında 35 yaş sınırı, tamamen istatistiki verilerden yola çıkarak saptanmıştır. Yani 35 yaş ve üzerindeki gebeliklerde anne adayları, daha fazla komplikasyon riski ile karşı karşıyadır ve anne yaşı arttıkça risk artmaktadır.

Bu yaş elbette kesin bir sınır olmayıp, giderek artan bir risk artışını ifade etmektedir.
Öncelikle gebe kalabilme konusunu ele alırsak; yaşın ilerlemesi gebelik oluşması için kesin bir engel değildir fakat yaş ilerledikçe gebelik elde edilene değin geçen süre uzar. Otuz yaş altında herhangi bir ayda gebe kalabilme şansı % 20 iken, 40 yaş üzerinde bu şans yalnızca % 5 olarak bildirilmiştir.   Bir başka deyişle; 25 yaşındaki bir kadın genellikle birkaç ay içinde gebe kalabilirken, 35 yaşın üzerindeki normal kadınlarda bu süre 6 aydan daha uzun sürebilir. Düşük yapma riski de benzer şekilde yaşla birlikte artmaktadır.

Tüp bebek gibi ileri ileri düzey kısırlık tedavilerinde dahi 40 yaş üzerinde gebe kalma şansı azalırken, düşük yapma ve anomalili bebek riski artmaktadır.

Yaşlanan kadın ile birlikte "yumurta kalitesi" düşer, bu da sperm tarafından döllenme kabiliyetlerinin azalmasına neden olur. Bu yumurtaların döllenmesi durumunda genetik bozukluklar açısından daha fazla risk söz konusudur. Örneğin, Down Sendromu (21. kromozomun iki yerine üç tane olması, mongol bebek) yaşlı kadınların çocuklarında daha sık görülür.

Yaş ilerledikçe gebelik elde edilmesini zorlaştıran nedenler;
Yumurtalıkların yaşlanması
Kız çocuklar doğduklarında yumurtalıklarında yaklaşık 400.000 adet yumurta bulunur. Doğumdan sonra yumurta üretimi olmaz ve kadının yaşı ilerledikçe yumurtalar da geriye dönüşsüz olarak azalır ve de yaşlanır.

Döllenme oranında azalma
yaş ilerledikçe yumurtanın sperm ile döllenebilme ve döllendikten sonra iyi kalitede bir embryo oluşturma şansı azalır. Elde edilen gebeliklerin düşükle sonlanma ihtimali de artar.

Rahim iç zarının döllenen yumurtayı tutma yeteneğinin azalması
İlerleyen yaş ile endometriumun (rahmin iç tabakasının) döllenen yumurtayı tutma yeteneğini azalır ve dolayısıyla gebelik şansı düşer

Endometriozis hastalığı ve myomların görülme sıklığının artması
yaş ilerledikçe karın içine kanamalar yaparak infertiliteye neden olan endometriozis hastalığı ve rahim içinde yer kaplayan myomlar daha sık görülür.

Ayrıca kırk yaşına gelene kadar bir çok kadının başından doğurganlığını etkileyebilecek, kadınlık organları ile ilgili tüpleri tıkayabilen iltahaplar, dış gebelik, appendisit, endometriosis ya da değişik nedenlere bağlı cerrahi müdahaleler geçebilmektedir.   Ancak unutulmamalıdır ki üreme sağlığı açısından kadınların biyolojik yaşı kronolojik yaşından daha önemlidir. Bazen 45 yaşındaki bir kadın düzenli olarak yumurta üretirken çok daha genç olan bir kadın erken olarak menopoz dönemine girmiş olabilir.  Otuzbeş yaşın üzerindeki evli çiftler düzenli ilişki kurmalarına rağmen gebe kalamadıkları taktirde hekime başvurmak için altı aydan daha fazla beklememelidirler.

Elbette yaşlanma yalnızca kadınları etkilemez. Erkeklerde ise, kadınlardaki gibi bir menopoz olmamakla birlikte, seksüel fonksiyonlarda azalma ve gebelik oluşturma kabiliyetinde yaşlanma ile birlikte değişiklikler meydana gelir.   Sıklıkla yaşlanma ile birlikte erkeklik hormonu olan testosteron düzeylerinde hafif bir azalma meydana gelir ve bu cinsel isteğin (libidonun) azalmasına da neden olabilir.   Yine erkeklerde gösterilmiştir ki yaşlanma ile birlikte testisler de bir miktar küçülür ve yumuşar. Sperm şekli ve hareketliliği de yıllar içersinde az da olsa kötüleşme eğilimindedir.   Bu değişikliklere rağmen erkekler için çocuk sahibi olabileceği maksimum bir yaş sınırı yoktur.!

İleri yaştaki bir kadın gebe kalmaya karar verirse;
Öncelikle gebelik meydana geldiğinde oluşabilecek tıbbi problemler olup olmadığı araştırılmalıdır. Örneğin hipertansiyon ya da şeker hastalığı gibi durumlar gebelik sürecinde sıkıntı yaratabilir.
Gebe kalma potansiyelini değerlendirmek üzere adetin 2-4 günlerinde yapılan FSH ve östradiol (E2) ölçümleri ve ultrason ile yumurtalıkların görünümünün değerlendirilmesi önemli bilgiler sağlar.
İleri yaş grubundaki kadınların bilmeleri gereken önemli bir konu da genetik problemi bulunan bebek taşıma şanslarının genç yaştaki kadınlara göre daha fazla olduğudur.
Gebe kaldıklarında, amniosentez veya koryon villus örneklemesi gibi girişimlerle bu durumu ortaya koymak mümkündür.
Etkili tedaviye (aşılama ve tüp bebek gibi)rağmen sonuç alınamayan yaşlı infertil kadınlar için yurt dışındaki bazı merkezlerden genç kadın yumurtalarının satın alınması yani yumurta bağışı (donasyon) düşünülebilir. Ancak yasalarımız buna imkan vermediğinden dolayı Türkiye Cumhuriyeti sınırları içersinde bu işlem yapılmamaktadır.   İleri anne yaşına sahip gebeler hamilelik süresince de pek çok sıkıntı ile baş etmek zorunda kalabilirler.

Örneğin gebelikte ciddi bir sorun olan tansiyon yükselmesi (hipertansiyon), gebelik şekeri, erken doğum, anne karnında bebek kaybı, peripartum kardiyomyopati (doğum öncesi ve sonrası dönemde gelişebilen kalp yetmezliği ), doğum sonrası kanamalar , plasental anormallikler, erken doğum, ölü doğum gibi istenmeyen olaylar da daha sık yaşanmaktadır.   Anne yaşının artmasıyla gebelikte diğer sistemik hastalıklar olma şansı da artmaktadır.

Ama tüm bunlar anne adayını korkutmamalıdır. Tecrübeli Hekimler tarafından dikkatli bir takip ve yerinde müdaheleler ile bu riskler minimal düzeye indirilebilir.!

Bebeği bekleyen riskler var mıdır?
İleri yaşta anne olmak sadece hamileler açısından değil bebekler açısından da risk taşıyabilir.   Daha önce de bahsedildiği gibi 35 yaşın üzerinde oluşan gebeliklerde ortaya çıkan önemi sorunlardan birisi artmış kromozom anormalliği olasılığıdır. Bunlar arasında Down sendromu (mongolizm) önemli bir yer tutar.

Annede oluşan gebeliğe bağlı hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansiyon, şeker hastalığı ve plasental anormallikler nedeniyle bebeğin erken doğurtulduğu durumlarda bebek erken doğumdan kaynaklanan tehlikelere maruz kalmaktadır.” 
Sonuç olarak bilinmelidir ki kadınlar açısından gebelik yaşı ertelendikçe kısırlık problemleri yaşanmakta, gebelik süreci zorlaşmakta, gebelik ve doğumun komplikasyonları artmaktadır.


GEBELİKTE İLAÇ KULLANIMI

    Gebelik boyunca gerekli durumlarda ilaç kullanımı mümkündür.  Ancak temel prensip, gerekli olduğu bilinen folik asit, kalsiyum ve demir gibi desteklerin dışında mümkün olduğunca ek ilaç kullanılmamasıdır.   Çünkü kullanılan ilaçların bazı durumlarda yeni gelişmekte olan bebeğin organ taslakları üzerinde olumsuz etkileri olabilmektedir. Doğumsal sakatlıkların yaklaşık olarak %2-4'ünün gebelikte kullanılan ilaçlara veya toksik maddelere maddelere bağlı olduğu düşünülmektedir.  İlaç alındıktan sonra annenin kanına karışan ilaç etken maddesi, plasenta adı verilen ve bebeği beslemekkle görevli organ aracılığıyla bebeğe geçebilmektedir. Bebek kanında bulunan ilaç çeşitli yollarla zarar verebilir.

1. Bebeğin gelişim sürecinde organlarının zarar görmesine, sakat doğmasına ve hatta anne karnında ölümüne neden olabilir.
2. Sigara örneğinde olduğu gibi plasentada hasar oluşturarak bebeğin gelişimini kısıtlayabilir
3. Rahim duvarı kaslarının kasılmasına neden olarak dolaylı bir şekilde bebek kanlanmasını etkileyebilir.

İlaçların bebek üzerindeki zararlı etkileri alınan ilaç tipi, dozu ve bebeğin gelişimsel dönemi ile ilgilidir. İlaç gebeliğin çok erken bir döneminde alınmışsa yani embriyo oluştuktan sonraki 15-18 gün içinde alındıysa "hep ya da hiç" kuralı geçerlidir. Yani aslında bu dönem kabaca adet gecikmesi olmadan önceki dönemi. diğer bir deyişle bu dönemde alınan maddenin eğer embriyoya zararlı bir etkisi olursa embriyo ölür ve gebelik sona erer. Bu dönemde etkilenmeye bağlı olarak sakatlık oluşma ihtimali olmaz.

Bebeğin ilaçlar ve toksik maddeler açısından en hassas olduğu dönem gebelik oluştuktan sonraki 17-90 gün arasıdır. Bu dönem kabaca adet gecikmesinden sonra başlar ve 12. haftaya kadar devam eder. Bu dönem bebeğin organ taslaklarının oluştuğu dönemdir. Gelişmekte olan organlar üzerine toksik etki yapabilen ilaçlar, bu dönemde kullanılırsa doğumsal sakatlıklara neden olabilirler.

11-12. haftadan sonra yani organ taslakları oluştuktan sonra kullanılan ilaçlar ayrıca önemli bir sakatlığa sebep olmasalar bile eğer zararlı iseler organların fonksiyonlarını bozarak bebeğin gelişimini olumsuz etkileyebilirler.

İlaçların gebelik üzerine olan zararlı etkilerini saptamak için hayvanlarda ve insanlarda deneysel çalışmalar yapılır. Bu çalışmalara dayanarak, gebeliğe etkileri açısından ilaçlar beş gruba ayrılmıştır.

A grubu ilaçlar: insanlarda herhangi bir risk olmadığı saptanmış ilaçlardır.
B grubu ilaçlar: hayvan deneylerinde risk görülmemiştir, ancak insanlarda çalışma yapılmamış ilaçlar veya hayvan çalışmalarında risk saptanmış ancak insanlarda herhangi bir risk izlenmemiş ilaçlardır.
C grubu ilaçlar: ilaçla ilgili olarak hayvan ve insan çalışması yapılmamış veya hayvanlarda risk saptanmış ancak insan çalışması yapılmamış ilaçlardır.
D grubu ilaçlar: insan çalışmalarında riskli olduğu gösterilmiş, çok özel durumlar dışında gebelikte kullanılamayacak ilaçlardır.
X grubu ilaçlar: Gebelikte kesinlikle kullanılamayacak ilaçlar bu gruba girer.

Gebelik boyunca eğer hekim tarafından herhangi bir nedenle bir ilaç kullanılması gerekiyorsa en fazla C kategorisine kadar olan ilaçlar tercih edilir.
Gebelikte en sık ilaç kullanımı gerektiren hastalıklar şunlardır.

Solunum sistemi hastalıkları
Sindirim sistemi hastalıkları
İdrar yolları iltihaplanmaları
Vajinal akıntıları
Diabet (şeker Hastalığı)
Tansiyon Yükselmeleri

Elbette sıklıkla başvurulan ilaçlardan olan ağrı kesiciler, antibiyotikler, vitaminler gibi bazı ilaçlar hakkında her Doğum hekiminin temel bilgisi vardır. Ancak günümüzde piyasada yüzlerle ifade edilen sayıda değişik ilaçların bulunmasından dolayı hangi ilacın hangi kategoriye girdiğini akılda tutmanın pek imkanı yoktur.

Gebelikte ilaçların etkilerini derleyen özel bazı kitaplar ve internet gibi en güncel bilgileri sunan bir araç elimizde olduğundan gerekli oldukça hekimler bu araçlardan yararlanmakta ve hastalarını aydınlatmaktadırlar.
Gebe kadının ilaç kullanımı konusunda dikkat etmesi gereken en önemli konu reçetesiz eş,dost, komşu ve akraba tavsiyesi ile ilaç kullanmamasıdır.
Gebelikte kullanılan ilaçların yan etkileri sadece gözle görülür anormallikler olarak tanımlanmıştır. Oysa ilaç ve diğer zararlı etkenlerin doğum sonrasında da insanı yaşamı boyunca organik, fonksiyonel ve ruhsal olarak etkileyebileceği de akıldan çıkmamalıdır.
Herhangi bir nedenle ilaç kullanması gereken gebelerin mutlaka öncesinde kendilerini takip eden hekime danışmaları gerekmektedir.
Diğer önemli bir konu da sadece gebelerin değil, herhangi bir doğum kontrol yöntemi kullanmayan ve gebelik isteyen kadınların da adetlerinin ikinci yarısında gebe kalabileceklerini düşünerek bebeğe zarar verebilecek ilaçlardan kaçınmalarıdır.

GEBELİKLE İLGİLİ SIK RASTLANAN
YANLIŞ BİLGİLER:

Gebelik Cinsel İlişki
Vajinal  kanama veya erken doğum riski  gibi durumlar olmadığı takdirde tüm gebelik boyunca cinsel ilişkinin herhangi bir olumsuz etkisi gösterilmemiştir. Gebelik sırasında orgazm olmanın erken doğumu başlatacağı şeklindeki inanç ise aynı şekilde yanlıştır. Ancak lekelenme tarzında bile olsa kanama söz konusuysa mutlaka hekim değerlendirmesinden geçmek gerekir. Aynı şekilde gebelikte vajinal muayenenin de bir zararı yoktur.

Gebeler bina girişlerindeki ve alışveriş merkezlerindeki güvenlik kapılarından geçemez
Güvenlik kapıları metal detektörü görevini görürler. Herhangi zararlı bir röntgen ışın söz konusu değildir. Bu nedenle güvenlik kapılarından geçmek sakıncalı değildir.

Bilgisayar, ve Mikrodalga Fırınlar Zararlıdır
Gebelik süresince bilgisayar veya mikrodalga fırın kullanmak sakıncalı değildir. Cep Telefonlarının ise gövde üzerinde taşınması önerilmemekle birlikte cep telefonuyla konuşmanın bebek üzerine zararlı olduğunu gösteren bir bulgu yoktur.

Sinek İlaçları
Gebelik sırasında sivrisinek için tabletler veya sıvı şeklinde böcek kovucular kullanılabilir. Sprey şeklinde cilde sıkılan sivrisinek kovucuların da şimdiye kadar bir zararı gösterilmemiştir.

Gebelik ve Seyahat
Gebelerin hava, deniz veya karayolu ile seyahat etmeleri sakıncalı değildir. Gebelerin son haftalar haricinde otomobil kullanmalarında sakınca yoktur. Emniyet kemerlerinin ise mutlaka bağlanması gerekir. Uzun süreli otobüs yolculukları ise gebeliğin ikinci yarısında önerilmemektedir. Bunun nedeni ise bacakların uzun süreli sarkıtılarak hareketsiz kalmalarıdır. Otomobil ile seyahatlerde sık mola verilmesi de yararlı olacaktır.
Havayolu ile seyahat edecek olan gebelerden 7. aydan sonra sakıncalı olmadığına dair doktor raporu gerekmektedir. Uçak yolculuğunun 3-4 saatten daha kısa olduğu durumlarda ve gebelik ile ilgili herhangi bir risk faktörü yok ise yolculuk sırasında hareket, bol sıvı alınması ve baldır egzersizleri yeterlidir. Yolculuğun daha uzun sürdüğü durumlarda ise bunlara ek olarak mutlaka diz altı varis çorabı giyilmesi gerekir. Risk faktörleri taşıyan gebelerde ise yolculuktan 3 gün önce bebek aspirin başlanması veya yolculuk günü ve ertesi gün düşük dozda kan sulandırıcı verilmesi önerilmektedir. Deniz yolu ile seyahat edecek olan gebelerde özellikle ilk 3 ay içinde bulantı ve kusmaların artabileceği bilinmelidir. Bunun dışında deniz yolu ile seyahat etmek sakıncalı değildir.

Gebelik ve beslenmeye ilişkin.
Gebelikte özel bir beslenme rejimi gerekmemektedir. Vejetaryenlerde de gebeliğin seyri genellikle normaldir. Kırmızı et yenmesi mutlaka şart değildir ve tavuk ve balık kırmızı etin yerini tutabilir. Denizde uzun süre yaşayan büyük balıkların etlerinde bazı ağır metalleri biriktirdikleri için bunların çok sık yenmesi önerilmemektedir. Kalsiyum kaynağı olarak süt ve süt ürünlerinin bebeğin kemik gelişimini karşılamaları için yeterli miktarda alınmaları gerekir. İlerleyen gebelik haftalarında günde ortalama 400 mg kalsiyum alınması gereklidir. Çoğul gebeliklerde bu miktar artar. Günde iki su bardağı süt içilmesi, bir küçük kâse yoğurt yenmesi ve iki kibrit büyüklüğünde peynir yenmesi ile bu miktarda kalsiyumu alma olanağı vardır. Süt ve süt ürünlerinin yarım yağlı veya yağsız yenmesinin herhangi bir zararı yoktur. Gebelik sırasında günde 1–2 bardak açık çay, 1 bardak kahve ve 1 bardak kola içilebilir. Sosyal bir ortam olduğunda az miktarda alkol alınmasının da bebeğe herhangi bir zararı yoktur. Pişmiş olarak şarküteri yenmesinin zararı yoktur. Az pişmiş etten uzak durulmasında yarar vardır. Sushi yenebilir.  Çiğ köfte ise et içeriyorsa yenmemelidir.

Gebelik ve Spor,
Gebelik sürecinde en ideal sporun ne olduğu tartışılabilir ama genelde önerilen kısa / orta mesafeli ve yorucu olmayan yürüyüşler yapılmasıdır. Uzun mesafe koşucularında gebelik süresince spora devam edildiği durumlarda bile normal gebelik sonuçları bildirilmiştir. Spor yapılmasının gebeliği olumsuz olarak etkilediğine dair herhangi bilimsel bir kanıt yoktur. Aksine bir gereksinim (kanama, erken doğum riski, çoğul gebelik, yüksek tansiyon, kalp hastalığı gibi) olmadığı takdirde spora devam edilebilir. Yer hareketleri, hafif ağırlık çalışmaları, tenis gibi sporlar yapılabilir. Koşu bandı, bisiklet, kürek çekme de yüzme de alternatif sporlardandır.


 DOĞUM AŞAMASI

DOĞUM ÖNCESİ İZİN KONUSU

4857 sayılı iş kanunun 74. maddesine göre hamile kadınlar 8 haftası doğumdan önce 8 haftası da doğumdan sonra olmak üzere toplam 16 hafta doğum izni kullanabilmektedirler. Yine doktor raporu ile doğuma 3 hafta kalana kadar çalışabilmekte ve izinlerinin geri kalan kısmını doğum sonrasına aktarabilmektedirler.   Birden fazla bebek bekleyen anne adaylarında ise doğum öncesi izni 8 yerine 10 hafta olarak kullanılabilmektedir.


Bu konu ile ilgili kanun maddesi şu şekildedir:
MADDE 74. Kadın işçilerin doğumdan önce sekiz ve doğumdan sonra sekiz hafta olmak üzere toplam on altı haftalık süre için çalıştırılmamaları esastır. Çoğul gebelik halinde doğumdan önce çalıştırılmayacak sekiz haftalık süreye iki hafta süre eklenir. Ancak, sağlık durumu uygun olduğu takdirde, doktorun onayı ile kadın işçi isterse doğumdan önceki üç haftaya kadar işyerinde çalışabilir. Bu durumda, kadın işçinin çalıştığı süreler doğum sonrası sürelere eklenir.


Yukarıda öngörülen süreler işçinin sağlık durumuna ve işin özelliğine göre doğumdan önce ve sonra gerekirse artırılabilir. Bu süreler hekim raporu ile belirtilir.


Hamilelik süresince kadın işçiye periyodik kontroller için ücretli izin verilir.
Hekim raporu ile gerekli görüldüğü takdirde, hamile kadın işçi sağlığına uygun daha hafif işlerde çalıştırılır. Bu halde işçinin ücretinde bir indirim yapılmaz.   İsteği halinde kadın işçiye, on altı haftalık sürenin tamamlanmasından veya çoğul gebelik halinde on sekiz haftalık süreden sonra altı aya kadar ücretsiz izin verilir. Bu süre, yıllık ücretli izin hakkının hesabında dikkate alınmaz.


Kadın işçilere bir yaşından küçük çocuklarını emzirmeleri için günde toplam bir buçuk saat süt izni verilir. Bu sürenin hangi saatler arasında ve kaça bölünerek kullanılacağını işçi kendisi belirler. Bu süre günlük çalışma süresinden sayılır.


Ancak yasal hakkınız olan bu izni kullanabilmek için yapmanız gereken işlemler vardır. Bunlardan en önemlisi hamileliğinizin 32. haftasında doktorunuzdan alacağınız rapor ile bağlı olduğunuz SSK hastane ya da polikliniğine başvurarak raporu onaylatmanız ve çalıştığınız kurumdaki personel bölümüne iletmenizdir. Daha sonraki işlemler ile ilgili olarak personel biriminizden bilgi alabilirsiniz.

DOĞUM ZAMANI YAKLAŞIYOR...

Gebeliğin 28. haftasından itibaren rahimde zaman zaman kasılmalar, sertleşmeler meydana gelir. Bunlar normaldir ve genellikle ağrısızdır.   Ancak bu kasılmalar 37. haftadan önceki dönemde sık sık oluyor, 10-15 saniyeden fazla sürüyor, ve aşağıya doğru bir baskı hissi yaratacak ölçüde şiddetli oluyorsa bunlar erken doğum ağrıları da olabileceğinden dikkat edilmelidir. Vaginal akıntıda sulu bir artış olması da erken doğum açısından uyarıcı olabilir.


Rahmin doğuma hazırlık yaptığı bu kasılma egzersizleri son haftalarda oldukça sıklaşır.Gebeliğin son dönemlerinde rahim neredeyse göğüs kafesine kadar yükselmiş ve basınç nedeniyle nefes almak, uyumak zorlaşmış, hazımsızlık artmıştır. Özellikle akşamları rahim üzerinde elle de fark edilen kısa süreli toplanma, kasılmalar hissedilir.  İlk gebeliklerde doğumdan birkaç hafta önce, sonraki gebeliklerde de genellikle doğumdan hemen önce bebeğin başının doğum kanalına inmesi nedeniyle rahmin yüksekliği 2-3 cm azalır. Bu durum gebe kadında kısmen de olsa bir rahatlama yaratır. Buna karşılık idrar torbasına basınç arttığı için sık idrara çıkma şikayeti artar. Doğumdan bir-iki gün önce hormon düzeyindeki değişiklik nedeniyle vücuttan su atılması ve iştah azalması meydana gelir. Bu nedenle 1-2 kg. kilo kaybı da görülebilir. Doğumun yaklaştığını gösteren bu belirtiler büyük çoğunluk tarafından fark edilse de her gebe kadınca yaşanmayabilir ya da fark edilmeyebilir.


Planlı sezeryan olacak gebelerde ise sezeryanın zamanı da önemlidir.  Genellikle tercih edilen, beklenen doğum gününden 7 - 10 gün önceki dönemdir. Muhtemel doğum gününe mümkün olduğunca yaklaşmak doğacak bebeğin çok daha az problem yaşamasını sağlayacaktır.


DOĞUM ZAMANI YAKLAŞTIĞI NASIL ANLAŞILIR...

Doğumun başlaması rahim kasılmalarının başlaması ve rahim ağzının yavaş yavaş açılması demektir. Bazen ağrılar çok da fazla belirgin olmadan halk arasında “nişan” adı verilen sümüksü ve kanlı bir salgı vajinadan gelebilir. Bu rahim ağzını tıkayan ve bebeği gebelik boyunca dış etkenlerden koruyan bir çeşit rahim ağzı tıkacıdır.   Doğum sancılarının en önemli özelliği ise düzenli aralıklarla gelmeleri ve rahim ağzının açılmasına yol açacak kadar güçlü ve etkili oluşmalarıdır. Başlangıçta daha az sıklıkla ancak yine de düzenli gelen doğum sancıları belli bir dönemden itibaren 10 dakikada iki-üç kez gelir ve kasılmalar 45 saniyeyi bulmaya yani uzamaya başlar. Ağrıların şiddeti de zaman içinde giderek artar. Eğer kasılmalarınız belli bir düzene girmişse ve istirahatle geçmiyorsa ve 10 dakikada 2-3 kez gelmeye başlamışsa artık doktorunuzu bilgilendirme ve hatta hastaneye gitme zamanı gelmiştir.


Bazı gebelerde doğum ağrıları başlamadan su kesesi açılabilir. Bu durumda çok geçmeden ağrılar da başlayacak demektir. Eğer böyle bir durum söz konusuysa ve ağrılar 24 saat içersinde başlamamışsa, bebek yeterli olgunluğa ulaşmışsa doğum hekim tarafından başlatılır.    Kısaca söylemek gerekirse; eğer ağrılarınız sık gelmeye başladıysa, suyunuz geldiyse, nişan geldiyse,  ya da kanamanız olduysa hemen Doktorunuzu arayınız.


HASTANEDE NELER OLACAK?...

Hastaneye geldiğinizde öncelikle hekiminiz tarafından muayene edilmek için doğumhaneye alınacaksınız. Ağrılarınızın sıklığı da bu arada değerlendirilecektir. "Tuşe" adı verilen bu muayene çok önemlidir: Elle yapılan bu muayenede rahim ağzının ne kadar açıldığı ve kısaldığı, yumuşaklığı, gelen kısmın bebeğin başı mı olduğu ve hangi pozisyonda olduğu, su kesesinin açılıp açılmadığı gibi noktalar araştırılır. Ayrıca daha önce yapılmadıysa doğum kanalı da muayene edilerek normal doğuma engel bir durum olup olmadığı, yani kemik yapının (çatının) özellikleri değerlendirilir.


Bu muayenenin hemen ardından bebeğin kalp atımları ile rahim kasılmaları arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amacıyla kardiyotokografik inceleme yapılacaktır. Bu muayeneler sonucunda doktorunuz aslında gerçek doğumun henüz başlamadığını düşünürse ve bebeğin değerlendirilmesinde de sonuç normalse sizi tekrar evinize geri gönderebilir. Bu sizin gereksiz yere saattlerce hastanede kalmamanız için verilecek bir karardır. Özellikle ilk doğum yapacaklarda doğum ağrıları aslında başlamasa da anne adayı tarafından başladı zannedilebilir. Bulgular gerçek doğumun başladığını gösteriyorsa artık doğuma kadar hastanedesiniz demektir.Doğumhane kıyafetinizi giyip odanıza ve yatağınıza geçebilirsiniz. Hekiminiz eğer gerekli görürse kan ve idrar tahlili isteyecektir.


Şimdi sıra doğuma hazırlığın önemli bir aşaması olan lavmana geldi. Lavman, barsakta biriken dışkının dışarı atılmasını sağlar. Bunun önemi büyüktür, zira doğumun ikinci evresinde ıkınmalar esnasında istemeden dışkı dışarı çıkıp ortamın hijyenini bozabilir ve bebeğin başına bulaşabilir. Ayrıca lavmanın doğumu hızlandırıcı özelliği de vardır. Eğer isterseniz ve suyunuz henüz gelmemişse ağrılar süresince odada veya koridorda dolaşmanızda bir sakınca yoktur. Genellikle acil durumlar da düşünülerek anne adayının bu dönemde gıda almasını ve özellikle de katı gıda almasını biz hekimler istemeyiz. Çünkü sezeryan ihtimali ortaya çıktığında midenin boş olması önemlidir. Eğer doğum öncesi dönem uzun sürerse ve bitkin düşerseniz hekiminiz size şekerli su içeren serum takılmasını isteyecektir. Bu arada kasılmalarınız esnasında derin nefes alıp vermeniz bebeğe giden oksijen miktarını artıracak ve ağrıları daha hafif hissetmenize yardımcı olacaktır.Hekiminiz doğumun ilerleyişine göre sizi 15 dakika ile 1 saat arasında değişen sıklıklarda muayene edecek ve doğumun ilerleyişini değerlendirecektir.
NORMAL DOĞUM VE SEZERYAN

Son yıllarda sezeryan ile doğum sayısında büyük bir artış olduğu görülmektedir.  Bunun nedeni genellikle anne adaylarının normal doğumdan çekinmeleridir. Ayrıca bunda 8-10 saat süren bir süreç yerine 20-25 dakikada olayı sonlandırmak isteyen Jinekologların da katkısı olsa gerektir.  Bu soruya yanıt ararken çevrenizdeki daha önce doğum yapmış kişilere olduğu kadar öncelikle sizi takip eden hekiminize ve belki ondan da önce kendinize sormalısınız.  Bir Kadın Hastalıkları ve Doğum Hekimi olarak benim inancım öncelikle anne adayının bu konuda ne istediğinin önemli olduğudur. Ama her şeyden önce bilinçli ve bilgili olarak elbette.


Gelin işin tıbbi yönüne göz atalım:
Gebelikte hekim olarak genellikle sezeryana karar verdiğimiz bazı durumlar şunlardır:


-önceki doğumunu sezeryan ile yapmış olanlarda,
-bebeğin duruş bozukluğu olduğu ya da çok iri olduğu durumlarda,
-kalça yapısı doğum yapamayacak kadar dar olan bayanlarda,
-gebelik sırasında gelişen şiddetli tansiyon yükselmelerinde
-bebekte gelişme geriliği olan vakalarda
-anne adayının ıkınmayı engelleyecek hastalıklarında (çeşitli göz bozuklukları, yüksek tansiyon, bel fıtığı, ortopedik problemler gibi )
-anne adayının psikolojik olarak veya zihinsel olarak normal doğumu tolere edemeyeceği durumlarda,
-vajen daraltma ameliyatı geçirmişlerde,
-ikiz, üçüz gebeliklerin pek çoğunda,
-plasentanın (çocuğun eşinin) rahim ağzını ve dolayısıyla doğum yolunu kapadığı durumlarda,
-vajinada bilinen bir mikrop veya hastalık olan bazı durumlarda (herpes veya tümör gibi)
-genelde ileri yaştaki ve tüp bebek gibi oldukça uğraşı sonucu elde edilmiş gebeliklerde


Bunların dışındaki durumlarda verilecek karar doğumun ilerleyişine, annenin ve bebeğin sağlık durumuna göre son dakikaya kadar değişebilecektir.


Normal doğumun elbette sezeryana göre anne açısından bazı üstünlükleri vardır.
En önemli özelliği herhangi bir müdahele gerektirmeden kendi kendine gerçekleşmesidir. Normal bir doğumdan sonra anne kısa bir dinlenme süresi sonunda normal günlük yaşantısına dönebilmektedir. Kimilerine göre de çekilen doğum sancısı kadını olgunlaştırmakta, hatta yaşama bakışını bile etkilemektedir.


Peki normal doğumun sakıncaları yok mudur ?
Unutulmamalıdır ki tamamen normal olarak seyreden bir doğumda bile her an beklenmeyen bir problemle karşılaşılabilir!


• bebeğin kalp seslerinde bir bozulma ile apar topar sezeryan kararı verilebilir.
• bebeğin çıkışta sıkışıp kalması ve doğumun ilerlememesi nedeniyle sezeryan kararı verilebilir.


Ayrıca zor doğumlar nedeniyle vajende oluşabilecek yırtıklar, genişlemeler ve ilerki dönemlerde buna bağlı ortaya çıkabilecek idrar kaçırma problemleri, cinsel ilişkiden eskisi gibi tatmin olamama gibi nedenlerle sezeryan operasyonunu tercih edildiği de olmaktadır. Ancak 2-3 normal doğum yapmasına karşın cinsel organlarının anatomisinde pek fazla değişiklik olmayan bayanlar olmasına karşın, tek bir doğum sonrasında rahim sarkması problemi yaşayan bayanlar da nadiren olabilmektedir. Dolayısıyla bu konu, yani normal doğumun kadının anatomisine ne kadar etkili olacağı kişiden kişiye çok değişkenlik göstermektedir.


Sezeryanla, normal doğumda oluşabilecek yukarıda saydığımız riskler kaybolmakta ve bebek 10-15 dakika içersinde yakınlarının kucağına emniyetli bir şekilde verilmektedir. Sezeryanla doğumda bebek açısından risklerin azalması elbette büyük bir avantajdır.


Ama unutulmamalıdır ki bu tip sıkıntılar nadiren oluşmaktadır ve uygun koşullarda yapılan normal doğumlarda genellikle bir problem oluşmamaktadır veya oluşsa bile hemen müdahele edilebilmektedir.


Bunun yanında sezeryanla doğum, normal doğuma göre anne açısından daha risklidir. Öncelikle anestezi ile ilişkili riskler vardır;


Sezeryan sonrası 3-4 gün hastanede kalma, normal hayata dönmenin 5-6 günü bulması, ameliyat sonrası ağrıların daha fazla olması normal doğuma göre dezavantajdır.


Ameliyat yerlerinin iltihaplanma olasılığı, geç yara iyileşmesi, uzun dönemde dikiş yerlerinde ve karın içinde ağrılar olabilmesi, karın içinde yapışıklıklar olabilmesi de yine sezeryanın risklerindendir.


Doğum şeklinin seçimindeki en önemli çekincelerden birisi de genellikle ilk doğumlarda 8-10 saat süren ağrılı dönemlerdir. Ancak günümüzde epidural (belden uyuşturma ile ağrısız doğum) teknikleri ile artık ağrılı doğum sahneleri neredeyse tarihe karışmıştır.


Son söz olarak :


Herşeyin normali iyidir prensibiyle normal doğum her gebeye önerilir.


Hekimin son dönemlerde yapması gereken muayeneler ile gebe değerlendirilir ve sezeryanı gerektiren bir özellik yoksa doğumun normal doğum olarak yapılması planlanmalıdır. Eğer gebelik sırasında veya doğum anında bir problem ortaya çıkarsa sezeryana dönülebilineceği de önceden bilinmelidir. Ancak eğer anne adayı hekimin detaylı bilgilendirmesine karşın yine de baştan sezeryanı tercih ediyor ve bu konuda kararlıysa elbette son karar verecek kişi kendisidir.


Sezeryan operasyonu nasıl olmaktadır?


Önceden planlanan bir sezaryan için doktor tarafından genellikle 38-39. gebelik haftasına rastlayan bir günde operasyon randevusu verilir.
Mümkünse randevu gününden bir ya da birkaç gün önce anesteziyi verecek doktor anne adayının muayenesini yapar.


Gebeliğin başından itibaren kontrollere düzenli olarak gelen bir gebede gebelik haftası konusunda yanılma olasılığı çok çok azdır.


Ameliyat gününden bir gece önce gece yarısından itibaren birşey yiyip içilmemeli (su dahil), sabah kalkınca da kahvaltı etmeden ve hiç bir şey içmeden hastaneye gidilmelidir. Hastanede ise doktorun gerek gördüğü muayeneler yapılır ve eksik kalan tetkikler varsa bunlar tamamlanır.


Sezeryan Tekniği:


Genel anestezi altında veya belden uyuşturma teknikleri (epidural anestezi) ile anne adayı acıya karşı duyarsızlaştırılır. Karın alt kısmında, tüylenmenin bittiği yerin hemen üst kısmında yaklaşık 8-9 cm lik yatay bir kesi yapılarak karın duvarı açılır. Birkaç dakika içerisinde çocuk çıkartılır ve hazır bekleyen çocuk hekimine teslim edilir.


Bu şekilde doğar doğmaz bebeğin ilk muayenesi ve gerekiyorsa müdahalesi de yapılmış olur.


Ardından çocuğu anne karnında besleyen organ olan plasenta elle rahim içinden çıkarılır ve kanama kontrolü yapılarak rahim ve karın duvarı tekrar aynı şekilde anatomisine uygun dikilir.


Cilde estetik dikiş yapılarak ameliyat sonlandırılır. Tüm ameliyat süresi ortalama 30-35 dakika civarındadır. Ardından anne ameliyathanede 10-15 dakikalık gözlem sonrası doğum servisine gönderilir ve orada takibe alınır.


Genel anestezi uyguladığımız sezeryan ameliyatlarında operasyon öncesinde idrarını yapan gebeye idrar sondası takmıyorum. Ancak epidural anestezi ile uyuşturma yapılan gebelerde tansiyon düşmesine karşı önlem olarak hidrasyon yani sıvı yüklemesi yapıldığından operasyon sonrasında işeme problemleri ortaya çıkmaması için idrar sondası kullanmaktayım.


Sezeryan Sonrası


Her operasyon sonrasında olduğu gibi ilk 2 saat, 15 dakikalık aralarla tansiyon, nabız ölçümü, ayrıca vajinal kanama kontrolü yapılır.


Sezeryan sonrası bir iki saat içinde anne kendine gelir gelmez bebek anne kucağına verilir ve emzirmesi istenir. İlk emzirme annede süt yapımını hızlandıracak, rahim toparlanmasını sağlayacak ve kanama riskini de böylelikle azaltacaktır.


Ameliyattan genellikle 6-8 saat sonra yeterli idrar çıkışı var ise ve epidural anestezi uygulandığından dolayı sonda takılmış ise hastanın sondası çekilir ve ayağa kaldırılarak, oda içersinde ilk hareketi sağlanır.


Günlük yaklaşık olarak 3 litre kadar serum verildikten sonra operasyondan 6-8 saat sonra ağızdan sıvı ve gıda alımına da başlanır.


Anestezi etkisi ile ameliyat sonrası gaz çıkarma problemi ortaya çıkabilir. Ancak bol bol yürüyüş yapmak gaz problemini giderebilir.  Sezeryan sonrası hastanede kalma süresi genellikle 2 gündür. Genel durumu iyi olan ve gazını çıkarmış hastanın taburcu olmasında da bir sakınca yoktur. Son olarak hastanın pansumanı yapılır ve evine taburcu edilir.


Tüm anne adaylarına keyifli, ağrısız ve hayatları boyunca hatırlayacakları güzel anılar bırakacak bir doğum yapmalarını ve sağlıklı bir bebek sahibi olmalarını diliyoruz.

Sezeryan sonrasında normal doğum olabilir mi?

Günümüzde genel yaklaşım sezeryan sonrası tekrar sezeryan yapılmasıdır. 


NORMAL DOĞUM NEDİR?

Normal ve zamanında doğum 37 haftayı doldurmuş bebeğin vajinal yoldan annenin kendiliğinden oluşan ağrılarıyla rahim dışına çıkması olarak tanımlanır.Aslında yaklaşık 24 haftalık bir gebelik sürecinden sonra her bebeğin rahim dışına çıkması doğum olarak tanımlanır. 37 haftadan daha önce gerçekleşen doğumlara erken doğum adı verilir. Eğer bebek 24 haftadan önce doğmuşsa, rahim dışında yaşama yeteneğini henüz kazanmamış olduğu için bu durum düşük olarak adlandırılır. Ancak günümüzde gelişen tıp ve teknoloji sayesinde çok erken haftalarda doğan bebeklerin de yaşama olasılığı artmıştır.


Normal doğumda, bebek doğduktan en geç yarım saat sonra bebeğin ekleri olan plasenta ve zarların da kendiliğinden rahimden dışarı çıkması gerekir. Normal bir doğumda yaklaşık 300-500 ml kadar kan kaybı olur. Doğum için geçen süre ise normalde 24 saatten daha azdır. Sağlıklı bir doğum eylemi aslında düşünüldüğü kadar güç olmayan fizyolojik ve doğal bir olaydır.


Ve belki de herşeyden önemlisi, DOĞUM bir kadının yaşantısında eşi benzeri olmayan ve asla unutulmayacak bir ANI olarak kalacaktır.


NORMAL DOĞUMUN EVRELERİ

Doğum, ana rahminin ardı ardına gelen istemsiz kasılmaları ile başlayan ve bebeğin anne vücudunun dışına çıkması ile sonuçlanan bir olaydır. Dokuz ay boyunca sakin sakin duran rahim kasının gebelik süresinin sonunda hangi sinyallerden etkilenerek kasılmaya başladığı, yani doğumun başlamasına yol açan faktörlerin neler olduğu aslında halen tam olarak bilinmemektedir.  
Doğum Aşamaları
Doğum en başta belli belirsiz kasılmalar ile başlar. Adale kasılmaları yukarıdan aşağıya doğru dalgalanmalar şeklinde oluşurlar ve bebeği rahim ağzına doğru iterler. Bebeğin içerisinde bulunduğu su kesesi (Amniyon kesesi) doğumun herhangi bir aşamasında kendiliğinden yırtılabilir ya da hekim tarafından doğumu hızlandırmak için tıbbi müdahale ile açılır. Sıvı kesesi doğum ağrıları başlamadan daha önce açılırsa doğumu başlatma sinyaline neden olabilir. Doğumun başladığının bir başka göstergesi de rahim ağzındaki tıkacın vajinadan atılmasıdır. Gerek kesenin açılarak sıvının gelmesi, gerekse de rahim ağzı tıkacının atılması doğumun başladığının göstergesidirler.


Doğum olayını iç içe geçmiş 3 aşamada incelemek mümkündür:


Doğumun birinci evresi;
Düzenli rahim kasılmalarının oluşmaya başladığı dönemdir. Bu kasılmalar başta 10-15 dakikada bir oluşurken gitgide sıklaşır ve ağrıların şiddeti de artmaya başlar. Kasılmalar her 2-3 dakikada bir olmaya ve ortalama 45-60 saniye kadar sürmeye başladığı zaman rahim ağzı da açılmaya ve bebek de doğum kanalında ilerlemeye başlamıştır.
Birinci evre ilk doğumda ortalama 12-14 saat sürer, sonraki doğumlarda ise bu süre kısalır. Gebeler için en ağrılı ve zor olabilecek dönem bu dönemdir, ancak rahim ağzı 2-3 cm kadar açıldığında uygulanacak olan epidural anestezi (belden uyuşturma) yani ağrısız doğum ile bu dönem çok konforlu bir biçimde geçirilebilir.


Doğumun ikinci evresi;
Bebeğin rahim içersinden dünyaya çıkışıdır yani gerçek doğumdur. Bunun için rahim ağzının tam olarak (yaklaşık 10 cm) açılması gereklidir. Süresi daha önce doğurmuş kadınlarda birkaç dakika olabileceği gibi birkaç saate kadar uzayabilir. Eğer birinci evrede su kesesi açılmamışsa bu dönemde açılır.


Bu evrede ıkınma tekniği:
Ağrının en güçlü olduğu sırada anne adayı derin bir nefes alarak bu havayı dışarı vermeden ağzını kapatarak kuvvetle ıkınır. Ikınırken, çeneyi göğse dayayarak tüm gücüyle makatına doğru ıkınarak bebeği iter. Ikınma ağrı boyunca devam etmeli, ağrı geçince ıkınmamalı ve gevşemeli ve bir dahaki ağrıya kadar enerji toplamalıdır. Bebeğin başı doğarken gebeye ıkınmaması söylenir, ancak ıkınma hissi devam etmektedir. Ikınmayı önlemek için ağız açılarak kuvvetli bir şekilde kısa nefesler alıp verilir. Bu arada doktor bebeğin başının kontrollü bir şekilde anneden çıkmasını ve gereksiz yırtıklar oluşmamasını sağlar.


Bebeğin başı doğduğunda rahat nefes alabilmesi için hekim ya da hemşire bebeğin ağzını ve burnunu siler. Bebek başı doğduğunda genellikle yüzü yere doğrudur. Omuzların doğabilmesi için başını annenin sağ ya da sol bacağına doğru çevirir.   Bu dönüşten sonra doktor bebeğin başından tutup hafifçe çekerek bir omzunu, sonra diğer omzunu çıkarır ve vücudunun tamamen doğmasını sağlar  Doğumların yaklaşık % 95'inde bebek başla gelir, kalanların büyük kısmında ise makat gelişi vardır.


Günümüzde ilk doğum makat ise bebeğin normal doğumla doğmasına izin verilmemektedir. Çünkü bebeğin vücudunda en iri ve sert olan kısmın yani başın rahat doğacağının garantisi olmadığından, bunun çocuğun vücudu çıktıktan sonra farkedilmesi yani başın takılması çocuğun zarar görmesine yol açabilir ve bir trajedi yaşanabilir. Dolayısıyla makat doğumlarda özellikle ilk doğumsa mutlaka sezeryan yapılmalıdır. Daha önce doğum yapmış kadınlarda da makat gelişte baş takılma ihtimali az da olsa olabileceğinden makat gelişlerin pek çoğunda yine sezeryan tercih edilmektedir.


Bebek doğduğunda halen göbek kordonu ile anneye bağlı durumdadır. Doğumdan hemen sonra kordon hem anne, hem de bebek tarafından bağlanır ve ortadan kesilir. Bebek artık bağımsız birey olarak dünyadaki yerini alır.


Doğumun üçüncü evresi;
Genellikle bebeğin çıkışından hemen sonra başlar ve yaklaşık 10-30 dakika kadar sürer. Çocuğu ana rahminde besleyen organ olan plasentanın ve bebeğin içinde bulunduğu zarların çıkması ile tamamlanır. Plasenta çıktıktan sonra tam olup olmadığı kontrol edilir. Bu dönemdeki kasılmalar aynı zamanda plasentanın rahim duvarından ayrılması ile açılan kan damarlarının kapanmasına ve annenin daha fazla kan kaybetmesine de engel olur. Genellikle sorunsuz ve ağrısız olarak tamamlanan bir dönemdir.


Bu evrenin tamamlanmasıyla rahim ağzında ve dış kısımda yırtık olup olmadığı, kanama olup olmadığı kontrol edilir. Son olarak da hekim eğer, bebeğin çıkışını kolaylaştırmak ve düzensiz yırtıkları önlemek için epizyotomi denen kesiyi gerçekleştirdiyse bunu dikerek tamir eder ve anneyi dinlenmek üzere yatağına alır. Genellikle ilk doğumların tamamına yakınında epizyotomi açılır ve dikilir.
DİKİŞLİ DOĞUM NASIL OLUYOR?

Normal doğum esnasında hem bebeğin çıkışını kolaylaştırmak hem de annenin vajina ve dış kısımda oluşabilecek kontrolsüz yırtılmaları önlemek için hekim tarafından bir kesi yapılmaktadır. Buna tıp dilinde epizyotomi adı verilir.   Epizyotomi açılmadığı durumlarda özellikle ilk doğumda muhtemelen yırtıklar meydana gelir. Oluşan bu yırtıkların büyüklüğü baş çıkarken doktor tarafından uygulanan koruma tekniğine, anne adayının yapısal özelliklerine ve bebeğin başının büyüklüğüne göre değişir. Genelde yüzeyel yırtıkların oluşmasına karşın bazen istenmeyen şekilde anüse ve hatta kalın barsağa kadar uzanan yırtıklar da oluşabilir.


Ayrıca yırtık oluşsun ya da oluşmasın bebeğin başının çıkışıyla bağdokusundaki zorlanma ve gevşemeleri önlemek amacıyla bu kesinin yapılması faydalıdır. Böylelikle uzun dönemde oluşabilecek rahim ve idrar kesesi sarkmaları, vajinada gevşemeler de kısmen önlenmiş olur.Solak olmayan doktorlar genellikle bu kesiyi hastanın sağ tarafına doğru bazı hekimlerse orta hattan yaparlar. Bebek ve plasentanın çıkışından sonra ise bu kesi itinalı bir şekilde anatomiye uygun olarak hekim tarafından dikilir. Genelde kesi lokal anestezi altında ya da epidural anestezi ile yapılır. Dolayısıyla kesi ve dikim anında anne ağrı hissetmez.


Epizyotomi iyileşmesi sonrasında kesi usulüne uygun dikildiğinde ve anne tarafından doktorun önerdiği şekilde bakımı yapıldığında bölgede kesi hattı boyunca çizgi şeklinde çok küçük bir iz kalır. Epizyotominin dikilmesi sonrasında en sık görülen yakınma birkaç gün süren ağrıdır. Ancak bu ağrı çok şiddetli değildir ve genellikle ağrı kesicilerle giderilebilir. Dikiş iplikleri kendiliğinden eriyen tipde olduğundan alınmaları gerekmez. Temiz tutulduğunda kesik yeri bir - iki hafta içinde iyileşir. Burada dikkat edilmesi gereken konu annenin dikişlerin olduğu tarafa ağırlık vererek oturmamasıdır. Özetle dikişsiz doğum yapmak bir üstünlük ya da bir avantaj değildir. Tam tersine, bu kesi yapılmadığı zaman kontrolsüz yırtıklar olabileceği gibi yırtık oluşmasa bile dokuların ve bağların zorlanması daha şiddetli olabilmekte ve bu da ilerki dönemlerde doku gevşekliklerine daha fazla yol açabilmektedir. Dolayısıyla dikişli doğum kadın açısından belki daha avantajlı olandır.


Ancak ikinci ve üçüncü doğumlarda ve bebeğin de yırtıklara yolmayacak büyüklükte olduğu koşullarda hekim epizyotomi açmayabilir ve dikişsiz doğum gerçekleştirilebilir. Doğum dikişli ya da dikişsiz olarak gerçekleştirilsin, sonuçta vajinada az ya da çok genişlemeye ve hatta bazen oluşacak yırtıklar nedeniyle istenmeyen sonuçların ortaya çıkmasına da neden olabilir.Nadiren de olsa vajinadaki bu yırtılmalar yeterli şekilde tamir edilmezse sonraki yıllarda cinsel ilişkiden de beklenilen tatmin alınamayabilir. Böyle durumlarda ise genişleyen vajenin tekrar eski durumuna getirilmesi ve daraltılması mümkündür.
SUNİ SANCIYLA DOĞUM

Zamanı geldiği halde başlamayan doğum sancılarını başlatmak ya da var olan kasılmaları desteklemek amacıyla damardan serum içinde oksitosin hormonu verilmesi işlemine suni sancı denmektedir. Oksitosin normalde beyinin hipofiz adı verilen bölgesinden salgılanan görevi rahim kasılmaları ile sütün memeden dışarı atılmasını sağlamak olan bir hormondur. Sentetik olarak üretilen oksitosin hormonu damardan serum içersinde düşük dozlarda verildiğinde rahimde kasılmalara neden olmaktadır. Oksitosin hormonu sadece doğum ağrılarını başlatmak amacıyla değil, devam eden ancak istenilen düzeyde olmayan doğum ağrılarının desteklenmesi amacıyla da kullanılabilir.  Her iki kullanımında da son derece dikkatli olunması gerekir.


Oksitosin nasıl uygulanır?
Oksitosin uygulamasına karar verildiğinde çok düşük miktarlarda oksitosin hormonu yaklaşık yarım litre serum içinde sulandırılıp hazırlanır ve dakikada gönderdiği sıvı miktarı ayarlanabilen bir pompaya bağlanır. Oksitosinin bir diğer kullanım alanı da doğum sonrası kanama kontrolüdür. Doğumdan sonra yüksek dozlarda verilen oksitosin rahimde kasılmaya neden olmakta ve dolayısı ile kanamanın azalmasını sağlamaktadır.


Oksitosin verilmesi başladıktan sonra doz her 15-20 dakikada bir yavaş yavaş arttırılır. Amaç düzenli ve etkili rahim kasılmalarının sağlanmasıdır. Burada hedeflenen her 2-4 dakikada bir gelen ve 40-50 saniye kadar süren düzenli rahim kasılmaları elde etmektir. Monitörde bu tür kasılmalar saptanıncaya kadar dakikada verilen damla sayısı giderek arttırılır ancak belirli bir dozun üzerine çıkılmaz. Ayrıca oksitosin ile suni sancı oluşturulurken hem anne hem de bebek çok dikkatli bir şekilde takip edilmelidir.


Suni sancı verilmesi çok aşırı ağrıya neden olur mu?
Suni sancı ile oluşan kasılmalar doğal kasılmalardan daha sık, daha düzenli ve daha şiddetlidir. Suni sancı ile doğum yapmış anne adaylarının %80'inden fazlası bu şekilde elde edilen kasılmaların daha fazla ağrıya neden olduğunu bildirmektedirler. Ancak başka bir bölümde detayları verilen ağrısız doğum (epidural anestezi) uygulanması durumunda kasılmaların yarattığı rahatsızlık hissedilmeyecektir.


AĞRISIZ DOĞUM


Doğum yapanlara sorarsanız doğum ağrısı bilinen en berbat ağrılardan birisidir derler.  Gerçekten de anlatılan öykülerden ve bir de bazı filmlerdeki doğum ağrısı çeken kadın görüntülerinden etkilenerek olsa gerek; normal doğumdan korkan pek çok kadın vardır. Hele bir de doğum yapma fikrine psikolojik ve fiziksel olarak hazırlanmayan bir anne adayının ruh halini düşünün.  Aslında ne kadar ağrı duyulacağını doğumu yaşamadan önce tahmin etmek güçtür. Bazı kadınlar dayanabilecek, kontrol edilebilecek düzeyde ağrı duyarken, bazıları da çeşitli ağrı kesme yöntemlerine ihtiyaç duyar. Nefes alma, rahatlama teknikleri, ılık duş, masaj, destekleyici hemşire bakımı, pozisyon değişiklikleri (ayakta durmak, oturmak, yürümek, sallanmak), doğum topu kullanmak gibi doğum ağrısına yardımcı olan pek çok medikal olmayan yöntemler bulunmaktadır. Ancak bazı kadınlar için tüm bu yöntemler yeterli olmayabilir. Dolayısıyla bu ağrının, doğum eyleminin fizyolojisini (rahmin kasılması, gebenin ıkınması gibi) etkilemeksizin kısmen veya tamamen giderilmesi çok önemlidir. Bunu sağlayacak aslında birçok medikal yöntem vardır. Bunlar anneye kas veya damar içinden enjeksiyon yoluyla güçlü ağrı kesiciler vermek, doğum anında bebeğin çıktığı bölgeyi uyuşturmak, anneye anestezik gaz solutmak, akupunktur ve hipnoz sayılabilir.


Doğumda verilen ilaçların bebeğe bir zararı var mıdır ?
Narkotik maddelerin (güçlü uyuşturucular) bir diğer yan etkisi de hepsinin plasentayı (çocuğun besin maddeleri ve oksijen aldığı organ) geçip bebeğin dolaşımına katılmasıdır. Bunun sonucu olarak bebekte de bazı etkiler görülebilir. Örneğin Rahim içinde bebeğin kalp kızı hafif oranda değişebilir. Bu kalp hızındaki değişikliğe bağlı bebeğe bilinen ciddi bir yan etki yoktur. Bebeğin anneden yavaş olmakla beraber bu ilaçları yıkma kabiliyeti de vardır. Bebek doğduktan sonra hafif uykulu olabilir. Bebekte anneye verilen ilaçların etkisini görme şansı, doğum zamanına göre ilaçların verilmesine bağlı olabilir. Bebeğin ilaçları yıkmak için yeterli zamanı varsa çok az etki görülür. Pek çok doktor anneye ağrı için verilen bu güçlü ağrı kesicilerin bebek açısından güvenli olduğunu düşünmektedir.Bir de bunlar içinde en çok tercih edilen yöntem vardır ki bu da bir bölgesel anestezi yöntemi olan epidural anestezi dir. Günümüzde ağrısız doğum dendiğinde aslında kastedilen budur.


EPİDURAL ANESTEZİ NEDİR ?
Epidural anestezi, değişik amaçlarla uygulanabilen bölgesel anestezinin bir şeklidir. Bunun için bir anestezist, bel hizasında omurgaların arasına lokal anestezi ilacını verir. Bu yöntem ile o seviyeden omurilikten çıkan sinirler uyuşturularak vücudun alt yarısından ağrı sinyali alınamaz ve doğum ağrılarının kaynaklandığı bölgede de ağrı duyulmaz.


Kateter denilen yumuşak bir plastik borucuk belden yapılan iğnenin içinden ilerletilir ve doğum süresince burada bırakılır. Böylece ağrı kesici gereksinimi oldukça anestezi uzmanı ilaç vererek tüm doğum süresince etkili bir analjezi (ağrı giderilmesi) sağlar. Anne adayı yan yatar ya da oturur pozisyondayken kateterin takılacağı alan antiseptik solüsyonlar ile temizlendikten sonra steril örtüler ile örtülür. Kateter bel bölgesindeki omurgaların arasından girilerek yerleştirilir.


Epidural anestezi uygulamasının detayları :
Önce bu bölgedeki cildi uyuşturmak için lokal anestezi yapılır. Ardından ince bir iğne ile iki omurga arasından geçilerek epidural zara ulaşılır. Eğer spinal anestezi de uygulanacaksa çok ince bir iğne ile bu zar da geçilerek subaraknoid boşluğa girilir ve beyin omurilik sıvısının geldiği gözlendikten sonra ilaç verilir. Epiduralde ise iğnenin arkasından çok ince bir kateter (boru, tüp) girilerek uygun mesafeye kadar itilir ve bu kateter dura zarı çevresindeki epidural aralığa yerleştirilir. Daha sonra iğne çıkartılır ve kateterin dışarıda kalan ucu flasterler ile hastanın sırtı boyunca sabitlenir. Dışarıda kalan uçtan enjektör yardımıyla ilaç verilebileceği gibi sürekli belirli dozda ilaç pompalayan otomatik cihazlar da kullanılabilir. Kateter yerleştirildikten sonra ilk önce az miktarda ilaç test dozu olarak verilir. Burada amaç olası bir alerjik ya da aşırı reaksiyonun olup olmayacağını gözlemektir. Bu tür bir reaksiyonun olmadığı gözlendikten sonra tedavi dozu verilir. Vajinal doğumlarda genelde spinal anestezi uygulanmaz. Bu nedenle kateter yerleştirilip tedavi dozu verildikten 15-20 dakika sonra anne adayı kasılmaları hissetmesine rağmen ağrı duymamaya başlar.


Doğum uzadığında ve ilacın etkisi azalıp hasta ağrı duymaya başladığında ek dozlar verilir. Bu şekilde doğum gerçekleştirildikten sonra epizyotomi de (vajina girişinin kesilmesi) ek bir anesteziye gerek kalmadan kolaylıkla dikilebilir. Vajinal doğumu takiben hemen, sezaryeni takiben ise 24 saat sonra kateter çıkartılarak uygulamaya son verilir. Kateterin çıkartılması sırasında hasta hiçbir rahatsızlık duymaz. Epidural kateter takılması hasta açısından kolay tolere edilebilir, acısız ve rahat bir uygulamadır. Kateterin epidural boşluğu girdiği anda bacakta elektrik çarpmasına benzer bir his oluşması dışında hastaya ratahsızlık vermez. Epidural anestezi uygulamasında en önemli nokta işlemi yapan anestezi uzmanının tecrübesidir.Genellikle normal doğumlarda doğumun başında değil de rahim ağzı yaklaşık olarak 2-3 cm açıldıktan sonra epidural anestezi uygulaması tercih edilir. Ayrıca ilacın etkili olması için de 20-30 dakika geçmesi gerekir. Dolayısıyla normal doğum yapacak bayanlarda epidural anestezi yapılmadan önce ilk sancıların çekileceği bilinmelidir.


Sezeryan operasyonu için epidural anestezi uygulanacak ise ameliyat sonrasında da bu kataterden ilaç verilerek ağrısız bir ameliyat sonrası lohusalık dönemi geçirilmesi sağlanabilir. Epidural anestezi uygulandığında herhangi bir bilinç kaybı olmaksızın tam ağrı kontrolü sağlanır. Bu şekilde hem normal doğum hem de, eğer gerek olursa, ilaç dozunu ayarlayarak sezeryanla doğum da yapabilirsiniz. Ayrıca doğum sırasında herhangi bir ek müdahele uygulanması veya dikiş atılması gerektiğinde bunlar da rahatlıkla hekim tarafından uygulanabilir ve ağrısını duymazsınız.


Epidural anestezi ile gebeler kaslarını hareket de ettirebilir ve ıkınabilirler. Bu şekilde doğum olayına da aktif olarak katılmış olursunuz. Böylece bebeğinizi doğar doğmaz görebilir ve kucağınıza alabilirsiniz.Anestezi amacıyla enjeksiyon veya solunum yolu ile verilen ilaçlar bebeğe de geçip onu etkileyebilirken, epidural anestezide kullanılan ilacın kan ile direkt ilişkisi olmadığından bu ihtimal çok azdır. Size uygulanacak anestezi tipi, genel sağlık durumunuz ve uygulanacak olan işlemin cinsine göre belirlenir. Ve elbette sizin tercihiniz de mutlaka göz önünde bulundurulur. Örneğin kimi bayanlar sezeryan olacak iseler epidural anestezi yerine uyumayı tercih edebilirler.




EPİDURAL ANESTEZİNİN YAN ETKİLERİ VAR MIDIR?
Aslında istenmeyen yan etkiler çok nadirdir. Ancak elbette her tip anestezi uygulamasında olduğu gibi epidural anestezide de bazı yan etkiler görülebilir. Bunların arasında en sık görülenleri başağrısı, kas ağrıları ve tansiyon düşmesidir. Çoğunlukla hafif düzeyde ve kısa sürelidirler. Çok nadiren baş ağrıları birkaç gün kadar uzun sürebilir. Anestezistiniz epidural anestezinin risklerini, faydalarını ve istenmeyen etkileri zaten size tüm detaylarıyla açıklayacak ve onayınızı aldıktan sonra işlemi uygulayacaktır. Sonuçta birçok gebe kadın ve doğum doktoru için epidural anestezi, anne ve bebeğe sağladığı rahatlık ve güvenilir olması nedeniyle sıklıkla uygulanmaktadır.
SUDA DOĞUM

Suda doğum sıcak su içeren bir küvette doğumun gerçekleşmesidir. Bebeğin anne karnında su içinde yaşadığı ve bu nedenle su içerisine doğmasının da daha fizyolojik ve daha sağlıklı olduğu düşünülmektedir. Normal doğuma alternatif olan suda doğum, 37-38 derecedeki suyla dolu bir havuz veya küvette, uzman doktorlar eşliğinde gerçekleştirilmektedir.Suda doğum tekniği, doğum sırasında ilaç ya da suni ağrı kesici kullanılmaması, ılık suyun annenin gerginliğini azaltması ve bebeğin anne rahminden daha rahat ayrılması nedeniyle mantıken tercih edilebilir.Doğum eylemi başladıktan sonra, bebeğin aktivite ölçümleri ve annenin tansiyon ölçümleri yapılmaktadır. Suda doğum yapmaya uygun görüle nanne adayı 37 derecedeki özel havuza alınmakta ve ilaç ve ağrı kesici kullanılmadan gerçekleşen doğumun ardından anne, kanama kontrolü yapmak için sudan çıkarılarak doğum masasına alınır.İlk bakışta suda doğum fikri sempatik gelse de öncelikle şu noktaları akılda tutmakta fayda vardır.


Suda doğum uzun yıllar önce 1805 yılında Fransa’da yapılmasına karşın şu ana kadar bu konuda ciddi çalışmalar yapılmamıştır. 1985-1999 yılları arasında toplam olarak 150.000’nin üzerinde su altında doğum yapıldığı tahmin edilmektedir.


Bu konuda yapılan çalışmalar bütün olarak incelendiğinde su altında doğumun bebek açısından birçok riskleri olduğu da görülmektedir.
Öncellikle şunu belirtmek gerekir ki suda doğum bebek açısından bir avantaj sağlamamakta, anne için kanıtlanmamakla birlikte daha az ağrıya neden olmaktadır.


Yani suda doğum bebek için değil, belki anne için daha avantajlı gibi görünmektedir.
1. Suda doğumu uygulayan merkezler suyun rahatlatıcı etkisinin gebenin enerjisini arttırdığını ve doğum eyleminin hızlandırdığını ifade etmektedir.
2. Genel olarak su altında doğumun daha iyi olduğuna dair bilimsel bir kanıt bulunmamaktadır.
3. Bebeğe sudan mikrop bulaşabilmektedir. Ayrıca gebe kadının dışkısında buluna bazı mikroplar da bebeğe bulaşabilmektedir.
4. Su gebenin vücudunda üretilen ,mutluluk hormonu olarak bilinen endorfin gibi etki göstererek stresi azaltabilir.
5. Su havuzunda uzun süre kalma sonucunda annenin ateşi yükselebilmektedir. Anne vücut ısısındaki artış cilde olan kan akımının artması ve rahime giden kan akımının azalmasına neden olabilmektedir.
6. Anne vücut ısısındaki artışla birlikte bebek kalp atımlarında ve metabolizmasında artış olmaktadır. Bebekteki metabolizma artışı ve rahime giden kanın azalması bebekte oksijenlenmenin bozulmasına neden olabilmekte ve bunun süresinin uzaması da beyin fonksiyonlarını bozabilmektedir.
7. Bebeğin doğum kanalından çıktıktan sonra akciğerlerine su soluması olasılığı vardır.


Sonuç olarak suda doğumun anne adayında daha az ağrıya neden olduğuna dair objektif bir bulgu yoktur. Ayrıca son zamanlarda yayınlanmış çalışmalarda suda doğan bebeklerde akciğerlere su girmesi sonucunda boğulma ve yeni doğan bakım ünitesine gereksinim artması görülmüştür. Annenin daha az ağrı çektiği konusu da henüz kanıtlanmamıştır.


Son söz olarak; bu konuda geniş ve iyi planlanmış çalışmalar yapılması gerektiğini ve bu çalışmalar sonuçlanıncaya kadar doğum yapacak her anne adaylarına suda doğumun önerilmemesi gerektiğini düşünmekteyim.


GEBELİKTE OLABİLECEK PROBLEMLER
DÜŞÜK YAPMA



 Gebeliğin 20. haftası tamamlanmadan önce (ya da bebek 500 gramlık ağırlığa erişmeden önce) herhangi bir nedenle gebeliğin sonlanmasına düşük adı verilir.   Bu da kendini gebeliğin genellikle kanama, ağrı ve beraberinde "kanlı parça düşürme" şeklinde gösterir. Gebelik haftası ilerledikçe kaybedilen kan miktarı artar ve düşen "parçaların" hacmi de daha fazla olur. Muayenede rahim ağzı açıktır ve dışarıya kan ve gebelik ürünlerinin çıktığı gözlenir. Düşük eylemi böyle bir durumda vücudun kendisi tarafından başlatılmıştır.


Düşüğün kendi kendine başlayıp bitmesi durumunda tamamlanmış düşük (komplet abortus) deyimi kullanılır. Muayenede kanamanın az olduğu gözlenirse ve tercihan vajinal ultrasonografide rahimin içinin tamamen boşaldığı gözlenirse ek müdahale gerekmez.   Rahim içersindeki bebeğin kalp atışlarının durması yani bebeğin ölmesi de yine düşük (missed abortus) olarak adlandırılır. Bu gibi anne karnında bebeğin öldüğü durumlarda kürtaj işlemini geciktirmeden (kanamanın olmasını beklemeden) yapmak gerekir.  Gebelikte kanama olması hiçbir şekilde normal değildir. Rahim ağzı kapalı, bebek canlı veya gebelik kesesi sağlıklı ancak kanamanın olduğu vakalar düşük tehdidi veya düşük tehlikesi olarak adlandırılır. Bu durumda mutlaka doktor kontrolü ve izlem gerekir.


Düşük tehdidi tanısı konduğunda aslında uygulanacak tedavilerin yatak istirahati de dahil olmak üzere, pek de etkili olmadığı bilinmektedir. Ancak gene de cinsel ilişki rahim kasılmalarına yol açabileceğinden yasaklanır. Hastaya istirahat önerilir. Progesteron tedavisi eğer doktor uygun görürse uygulanır.   Bazı durumlarda ise düşük eylemi başlar ancak rahimin içinin kendi kendine boşalması uzun sürer ve bazen de tam boşalma hiç gerçekleşmez.  Bu duruma da tamamlanmamış düşük adı verilir.


Bu durumlarda hem kanamayı durdurmak, hem de içeride kalan parçaların iltahaplanmaya yol açmasını önlemek için kürtaj yapılması gerekir.   Unutulmamalıdır ki düşüklerin en sık sebebi bebekteki oluşan anormalliklerdir, bu anormallikler çok büyük sıklıkla anne ya da babadan taşınan bir problemden değil, bizzat o gebelikteki bebeğin oluşumu sırasında oluşan problemlerdir ve sıklıkla da tekrarlamazlar.  Doktorun vajinadan yaptığı muayeneler, ultrason incelemeleri, veya cinsel ilişki kurulması asla düşük sebebi değildir.


Klinik olarak saptanmış her gebelikte yaklaşık olarak % 15 civarında bir düşük riski olduğunu akıldan çıkarmamak, yani gebelik düşükle sonuçlanırsa bunun pek de az rastlanmayan bir şanssızlık olduğunu hatırlamakta yarar vardır. Böylelikle sonraki gebelikler için karamsar olmaya gerek olmadığı da kendiliğinden anlaşılacaktır.


Peki ya düşükler tekrarlıyorsa?
Habituel abortus (tekrarlayan düşükler)
Bir kadının en az iki kere arka arkaya düşük yapmasına verilen isimdir.
Tekrarlayan düşük nedenleri:


· Babaya ait kromozomal(genetik)anomaliler
· Anneye ait kromozomal anomaliler
· Anatomik, yapısal bozukluklar


* Rahimin doğuştan anomalileri
* Rahim ağzı yetmezliği
* Rahim içi yapışıklıklar
* Myomlar


. Endometriozis
· Hormonal bozukluklar


* Progesteron hormonu yetmezliği
* Guatr
* Diabet
* Diğer bazı hormonal dengesizlikler (polikistik over hastalığı, prolaktin yüksekliği vb.)


· Mikrobik Enfeksiyonlar (listeria, mycoplasma,ureaplasma gibi)
· İmmunolojik (Bağışıklık sistemi ile ilgili) bozukluklar


* Antifosfolipid antikorları
* Sperme karşı antikorlar
* Plasenta elamanlarına karşı antikorlar
* Hücresel bağışıklık sistemi dengesizlikleri
* Kollajen doku hastalıkları


· Çevresel faktörler (yaşam ortamında maruz kalınan toksik maddeler)
· Gebeliğe zarar verebilecek bazı ilaçların kullanımı
· Kronik hastalıklar
· Ağır egzersiz


Düşük materyalinin genetik incelemesinin yapılması da bu konuda oldukça faydalı olacaktır.
Hekiminiz olası nedenlere yönelik incelemelerin sonunda saptanan sonuca göre özgün tedaviye başlayacaktır. Anatomik bozukluklarda ise cerrahi tedavi yapılır.
Ancak bilinmelidir ki tüm incelemelere rağmen tekrarlayan düşüklerin yaklaşık olarak yarısında herhangi bir neden saptanamaz.
Bağışıklık sistemi bozukluklarında ise Aspirin, heparin ve steroid kullanılarak başarılı sonuçlar elde edilebilmektedir.
Tekrarlayan gebelik kayıpları olan bir kadın tekrar gebe kaldığında artık bu gebeliği daha yakından takip edilmelidir.
Tekrarlayan düşükleri olan ve tüm tedavilerden bir fayda sağlayamayan çiftlerde ise bir diğer seçenek tüp bebek Tedavisi ile laboratuar ortamında çok sayıda oluşturulan embriyolardan hücre örnekleri alarak bunların incelenip normal olanların ana rahmine transfer edilmesidir.
Transfer öncesi genetik tanı (preimplantasyon Genetik Tanı - PGT ya da ingilizce adıyla PGD) denen bu yöntemle düşük yapma olasılığı çok azaltılabilmektedir. Çünkü daha önce bahsedildiği gibi düşüklerin en sık sebebi aslında bebekte oluşan anormalliklerdir.


Anne karnında ölen bebek anneyi zehirler mi ?
Herhangi bir sebepten bebek anne karnında öldüğünde anne adayının kanına geçen maddeler kan pıhtılaşma mekanizmasını olumsuz yönde etkileyebilir. Halk arasında bu durum "ölü bebeğin anneyi zehirlemesi" olarak bilinir.   Bebek öldüğünde gebelik haftası ne kadar ileriyse ve ölümün üzerinden ne kadar uzun süre geçmişse problem yaşanma olasılığı o kadar fazladır.   Bu pıhtılaşma bozukluğu basit bir problem olabileceği gibi, tüm pıhtılaşma faktörlerinin tükenmesiyle sonuçlanan ciddi bir durum da olabilir. Yaygın damariçi pıhtılaşma adı verilen bu durum kanamaya bağlı ölüme bile neden olabileceğinden, bebeğin öldüğü saptandıktan sonra gecikilmeden gebeliğin sonlandırılması gerekir.   Gebeliğin sonlandırılmasından önce pıhtılaşma bozukluğunun derecesinin de araştırılması ve gerekirse hastanın kan grubuna uygun olarak taze kan hazır bulundurulması uygundur.


Düşüğün tekrarlama riski nedir?
Bir kez düşük yapan kadının sonraki gebeliğinde tekrar düşük yapma riski yaklaşık olarak %20'dir. tekrarlayan düşükleri olan bir kadının yeni bir gebelikte tekrar düşük yapma riski ise yaklaşık %50'dir.   Her ne kadar düşük sayısı arttıkça yeni oluşan bir gebeliğin de düşükle sonuçlanma riski yükselse de, çalışmalar göstermektedir ki;bu bayanlarda bile sağlıklı bir bebek doğurma olasılığı hiç de az değildir.


Düşükten ne kadar sonra tekrar gebe kalınabilir?
Bir kez düşük yaşadıysanız, düşük sonrasında aşırı kanama, enfeksiyon, üzüm gebeliği gibi gibi normal dışı bir durum söz konusu olmadıysa, tedavi gerektiren bir hastalığınız yoksa yaşadığınız düşük muhtemelen tekrarlayıcı özellikte olmayan bir düşüktür ve ileri inceleme gerektirmez. Kendinizi psikolojik olarak hazır hissettiğinizde hemen yeniden gebe kalabilirsiniz.   Yukarıda bahsi geçen özel durumlar söz konusuysa (birden fazla düşük, üzüm gebeliği, düşük sonrası problem, başka bir hastalığın varlığı gibi) gebe kalmayı gerekli inceleme ve tedaviler sonrasına ertelemelisiniz. 


DIŞ GEBELİK

Normal şartlarda oluşan bir gebelikte, kadının rahminin her iki tarafından yumurtalıklara doğru uzanan tüplerin içersinde sperm hücreleri ile yumurta karşılaşıp döllenir.  Daha sonra da döllenen yumurta rahim iç tabakasına doğru ilerler ve 5-7 gün içersinde rahim içinde bir noktaya yerleşerek büyümeye başlar.   Eğer gebelik ürünü (döllenmiş yumurta) endometrium dediğimiz rahim iç tabakasının dışında bir yere yerleşirse dış gebelikten söz edilir.   Tüm gebeliklerin % 1-2’si dış gebeliktir.


Dış gebelik neden oluşur?
Geçirilmiş enfeksiyonlara (iltahaplara) ve cerrahi işlemlere bağlı olarak tüplerde meydana gelen daralma ve tıkanmalar nedeniyle embriyo rahim içine uygun zamanda varamaz.  Böylece tüplerin içinde, yolunun üzerinde herhangi bir yerde takılır ve burada büyümeye devam eder. Tüplerin ucunda bulunan ve püsküle benzeyen yapıların yumurta hücresini yakalamada gecikmesi, aynı nedenlerle bağlı olarak yumurta hücresinin rahim içine doğru göçünün yavaşlaması sonucu da dış gebelik gelişebilir.


Tüpün içinde büyümekte olan embriyo bir süre sonra etrafındaki dokuyu tahrip ederek o bölgedeki damarlardan birini de yırtarak kanama başlatır.  İşte dış gebeliğin en büyük ve yaşamsal bir tehlike yaratması bu iç kanamadan kaynaklanır.  Bu kanamayı durdurmak ve kişinin yaşamını kurtarmak için genellikle acil müdahale gerekir.  Nadiren yırtılan damarın kanaması kendiliğinden durabilir ve herhangi bir tedaviye gerek kalmadan da sorun çözülebilir.  Ama genellikle ya cerrahi olarak ya da daha erken dönemlerde dış gebelik tüpü patlatmadan yakalanırsa ilaçlarla tedavisi mutlaka gerekir.


Dış gebelik nerelerde görülür ?
1- En sık olarak (% 90) tüplerde yerleşir.
2- Karın boşluğunda
3- Yumurtalıklarda
4- Rahim ağzında
5- Rahimin kas tabakası içinde


Dış gebelik kimlerde daha sık görülür?
1- En sık 35-45 yaşları arasında görülür.
2- Daha önce dış gebelik geçirenlerde tekrar dış gebelik riski artmıştır.
3- Geçirilmiş genital sistem iltihapları enfeksiyonları (salpenjit), endometriozis ve tümör gibi sebeplere bağlı oluşmuş olan tüp hastalıkları olanlarda risk artar. Özellikle Klamidya denen mikroorganizma, tüp harabiyeti ve takiben dış gebeliğe yol açan en önemli etkenlerden birisidir.
4- Tüplerin bağlanması, tekrar açılması, daha önce geçirilmiş dış gebelik ameliyatı ya da mikro cerrahi operasyonları gibi tüplere yönelik cerrahi müdahaleler riski artırır.
5- Rahim ve tüplerdeki doğumsal kusurlar da etkili olabilir
6- Rahim içi araçları (spiral) kullananlarda genel olarak gebelik olasılığı azalmıştır. Ancak rahim içi araç kullananlarda eğer gebelik gerçekleşirse bu gebeliğin dış gebelik olma olasılığı ise artmıştır.
7- Eğer kişi düşük doz progesteron içeren özel bir tip doğum kontrol hapı veya ilişki sonrası koruyucu hap kullanmışsa dış gebelik riski artar.
8- Sigara içmek de dış gebelik riskini artırır.




Dış gebeliğin belirtileri nelerdir ?
Erken dönemde tüm gebeliklerde olan adet gecikmesi olur. Ancak kısa bir süre sonra, gebelik tüpü germeye ve ağrı oluşturmaya başlar. Bu ağrı geçmeyen bir tarzda ve genelde de tek tarafta kasıkta hissedilir. Bu arada lekelenme tarzında veya daha fazla miktarda vajinal kanamalar görülebilir.


Eğer dış gebelik tüpü yırtar ve kanama olursa, hasta bıçak saplanır tarzında şiddetli bir ağrı hisseder. Ayrıca baş dönmesi, bayılma, omuz ağrısı gibi iç kanamaya bağlı yakınmalarla hastaneye başvurur. Geç kalınırsa iç kanamadan hasta şoka girebilir. Nadiren ağrı ile birlikte ishal, bulantı, kusma da olabilir. Ayırıcı tanıda en önemli konu hekimin bayanın dış gebelik olma olasılığını aklına getirerek gebelik testi istemesidir.


Tanı nasıl konur
1- Sistemik ve Jinekolojik muayene
2- ß-HCG denilen kanda gebelik testi
3- Transvajinal ultrasonografik inceleme


Yukarıdakilerin sonrasında gerekirse daha ileri tetkikler ve hatta kesin tanı amacıyla laparoskopi yapılabilir. Ancak tecrübeli bir jinekolog genellikle dikkatli bir muayene ve yukarıdaki testlerle tanıyı koyar.


Tedavi
Tedavide amaç annenin hayati tehlikesini yok etmek, dış gebeliği sonlandırmak ve elbette kadının doğurganlığını da korumaktır.   Hastanın yaşı, genel durumu, acil cerrahi gerektirip gerektirmemesi, gelecekteki çocuk arzusu, gebelik kitlesinin yeri ve büyüklüğü, dış gebeliğin patlayıp patlamadığı gibi bir takım özelliklere bakılarak aşağıdaki tedavilerden biri seçilir:


•    Bekleme tedavisi (ultrasonografi ve beta hCG takibi ile dış gebeliğin kendiliğinden gerileyip gerilemediği gözlenir.
•    Tıbbi tedavi (metotreksat gibi bazı ilaçlar verilerek dış gebelik yok edilmeye çalışılır)
•    Cerrahi tedavi
a) Açık ameliyatla
b) Laparoskopik (bıçaksız) ameliyatla


Laparoskopik (endoskopik) operasyonda karına 1 cm çapındaki 3 adet delikten cihazlar ve kamera yerleştirilerek işlem gerçekleştirilir.
Bu işlemde ya tüp açılarak dış gebelik içinden çıkarılır ve bırakılır ya da eğer kişinin artık gebe kalma isteği yoksa tüp tamamen alınabilir.


İç kanaması fazla olan ve şoka girmek üzere olan hastalarda çok acil olarak açık ameliyat tercih edilebilir. Ama genellikle bu kadar gecikilmediğinde laparoskopi tercih edilmelidir.
Böylelikle karnında kesi olmadığından hasta bıçaksız ameliyatın avantajlarından yararlanacak ve ertesi günü evine ve yaşantısına geri dönebilecektir.


Daha sonraki gebelikler ?
Kadının tüplerinden birinin yırtılması veya alınması, normal yumurtlamasına engel değildir, ancak hamile kalma şansı normalden daha azalacaktır.


Dış gebeliğin tekrar etme olasılığı % 7 - 10 arasındadır ve bu da yapılan ameliyatın ne tip bir ameliyat olduğuna ve kalan tüpe(lere) verilen zararın ne kadar olduğuna bağlıdır.


Fallop tüplerinden birisi zarar gördüyse (örneğin yapışmadan dolayı) diğer, ikinci tüpün de zarar görmüş olma ihtimali fazladır. Bu, sadece hamile kalma şansı normalden daha az anlamında olmakla kalmaz, aynı zamanda bir dış gebeliğin tekrar etme ihtimalini de daha fazla olması anlamına gelir.


Dolayısıyla, daha önce dış gebelik geçirmiş bir kadın hamile kaldığından şüphelenir şüphelenmez, yakın gözleme alınmak üzere doktorunu bilgilendirmelidir. Özellikle de eğer, gebelik test, pozitif çıkar veya adet kanaması normalden farklı olursa ve tek taraflı kasık ağrısı olursa, doktora mutlaka muayene olmalı, daha önceki dış muayene eden hekime hatırlatmalıdır.


Dış gebelik sonrasında geleceğe ilişkin.
Yeniden hamile kalmaya çalışmadan önce kendinize, fiziksel ve duygusal açıdan iyileşme şansı tanımalısınız. Biz hekimler genelde, vücudunuzun dinlenmesi için ik-üç ay kadar beklemenizi tavsiye ederiz. Dış gebelik sonrası, herkesin duygularının farklılık hatırlayın..


Ve unutmayın ki, yeni bir dış gebelik düşüncesi ne kadar kötü olursa olsun, normal bir hamilelik yaşama şansınız bundan çok daha fazladır.



MOL (ÜZÜM) GEBELİĞİ

Halk arasında "üzüm gebeliği" olarak da bilinen Mol gebeliği ya da molar gebelik genetik nedenlerle gebelik ürününün sağlıklı gelişime göstermediği ve rahim içinin üzüm tanesi gibi çok sayıda şişmiş vezikül denen içi sıvı dolu yapılarla dolu olduğu anormal bir gebelik şeklidir.   Gebelikte görülen plasental (çocuğun eşi) hastalıklar grubundan nadir görülen bir durumdur.   Bu grup hastalıklar içersinde en sık görüleni mol hidatiform adı verilen bu üzüm gebeliğidir. Bunun dışında İnvaziv Mol (yayılım gösteren üzüm gebeliği) ve Koryokarsinoma denilen ve kanser davranışı gösteren oldukça kötü seyirli nadir görülen bir alt tipi de vardır.


Molar Gebelik ayrıca komplet (tam) ve inkomplet (tam olmayan) olarak iki grupta incelenir.  Komplet mol, ultrason incelemesinde fetüs ve fetüse ait yapılar bulunmayıp, yalnızca plasentanın olduğu mol şeklidir. Plasenta ve eklerindeki hücrelerde -adeta üzüm tanesine benzer- şekilde ödem, şişlik ve genişleme mevcuttur. Bu durum ultrasonda tipik bir görünüm verir ve dolayısıyla tanı konması kolaydır.


Ultrason yapılmasına rağmen yine de tanı için şüphede kalınan durumlarda kanda Beta HCG testine bakılır. Molde bu değer, aynı gebelik haftasındaki normal bir gebeliğe kıyasla daha yüksektir.
Mol gebeliği istatistiksel olarak sosyoekonomik seviyesi düşük kadınlarda daha sık meydana gelir, ancak her gebe kadında gözlenebilir. Ülkemizde yaklaşık 1000-2000 gebelikten birine mol tanısı konmaktadır. 20 yaş altındaki gebelerde ve 40 yaş üstündeki gebelerde mol gebelik daha sıktır.   Genellikle tanı bir adet gecikmesi sonrası yapılan gebelik testinin pozitif olması sonrasında hastanın vajinal kanama şikayeti ile veya rutin olarak doktora muayene için gelmesi ile ultrason incelemesi sonrasında konulmaktadır.
Kanamalar hafif (lekelenme tarzında) olabileceği gibi fazla miktarda da görülebilir. Ayrıca daha önceden ultrason kontrolü yaptırmamış gebeler de bazen ilerleyen gebelik haftalarında bebeğin oynamaması şikayeti ile de hekime başvurabilirler.


Gebelerin bir kısmı "üzüm tanesi şeklinde parça düşürme" şikayetiyle başvurur. Bu durum veziküllerin rahim dışına atılmasından kaynaklanır.
HCG hormonunun aşırı yüksekliği bazı anne adaylarında her iki yumurtalıkda kistlerin oluşmasına neden olabilir. Bu kistler çok büyüdüklerinde ağrıya, ya da aşırı testosteron ("erkeklik hormonu") üretmeleri durumunda tüylenmeye de neden olabilir.
Nadiren, 20. gebelik haftasından önce ortaya çıkan tansiyon yükselmesi belirtileri mol gebeliğinin ilk belirtileri de olabilir.
Tüm sayılan bu belirtiler kısmi molde daha hafif olur ve ilk belirtiler daha geç gözlenir.
Gebeliğin ilk ayında normal olarak da görülebilen bulantı ve kusmalar (hiperemezis) molde genel olarak çok daha şiddetli olur. Bulantı ve kusmaların nedeni, mol gebeliğinde normalden fazla olarak salgılanan Beta hCG hormonudur.


Mol gebeliği neden oluşur?
Komplet (tam) molde fetüse ait hiçbir doku yoktur. Bu durum, çekirdeksiz bir yumurtanın spermle döllenmesi sonucu oluşur. Yumurtanın çekirdeksiz olması nedeniyle bebek gelişimi olmaz ancak bebeğe ait eklerden plasenta gelişmeye devam eder. Bu form, mol gebeliğin daha sık gözlenen şeklidir. Belirtileri gebeliğin erken döneminde ortaya çıkar.


İnkomplet (tam olmayan) molde ise rahim içinde fetus mevcuttur, ancak kromozom olarak anormallik vardır. Normal bir yumurta hücresinin iki spermle döllenmesi söz konusudur. Her ne kadar bebek oluşmuş ise de genetik olarak fazla kromozomu olan bebeğin yaşama şansı yoktur. Kısmi Mol'de; içeri giren iki sperm, 23+23= 46 kromozomu oluşturur ve 23 kromozomlu yumurta hücresi ile de birleşince ortaya genetik bozukluğu olan 69 kromozomlu bir fetus meydana gelir. Komplet molden farklı olarak kanser potansiyeli taşımaz. Kısmi Mol'de fetusun da bulunmasından dolayı tanı bazen ilerleyen haftalara kadar gecikebilir.


Mol (üzüm) gebeliğinin ne gibi tehlikeleri vardır?
Mol gebeliği geçiren kadınların yaklaşık %10-15'inde plasentaya ait hücreler gebeliğin bitmesinden sonra da çoğalmalarını sürdürürler.   Bu duruma gestasyonel trofoblastik neoplazi ("gebeliğe bağlı plasental tümör") adı verilir. Çoğalan plasenta hücreleri kan yoluyla diğer organlara yayılım yapabilir. En sık akciğer ve vajinaya metastaz yapmakla birlikte vücudun tüm organlarına yerleşebilir.


Uygun bir şekilde tedavi edilmediğinde yaptığı metastazlarla nadir görülen formlar (invaziv mol ve koryokarsinoma) ölümle sonuçlanabilir. Bu yüzden mol gebeliği tahliye edildikten sonra uzun süre (en az bir yıl) takip edilir.
Ayrıca mol gebeliğinin vajinal kanamaya yol açması ve bu kanamaların bazı durumlarda ciddi boyutlara ulaşabilmesi mol gebeliğinin diğer bir tehlikesidir.


Mol gebeliğinde tedavi nasıl olur ?
Kendi seyrine bırakılan bir mol gebeliğinde hiç beklenmedik bir zamanda ciddi bir kanama meydana gelebilir. Bu yüzden tanı konduktan kısa süre sonra gebeliğin beklenmeden sonlandırılması gerekir.   Mol tanısı konan gebe hastaneye yatırılır ve genel ve jinekolojik bir muayene yapılır.   Tahliye öncesi muhtemel bir metastaz araştırması amacıyla akciğer filmi çekilir ve kan hCG değeri daha sonraki izlemlerde kullanılmak üzere saptanır. Genel kan tetkikleri yapılır ve kan grubu belirlenerek, gerekli durumlarda kullanmak üzere en az iki ünite kan temin edilir.


Mol gebeliği tahliyesi için genel anestezi tercih edilir.
Mol gebeliğin boşaltımı esnasında tercih edilen yöntem vakum ile kürtaj uygulanmasıdır. Diğer gebelik boşaltımlarından farklı olarak bu gibi durumlarda kürtaja bağlı istenmeyen durumların meydana gelme olasılığı daha yüksektir.
Rahim yaralanması ve delinmesi, enfeksiyon ve kanama başta olmak üzere istenmeyen durumların oluşması gebelik haftalığının büyüklüğüyle direkt ilişkilidir. Bu yüzden mol gebeliğinin erken tanısı ve tahliyesi önemlidir.


Gebeliğin boşaltılmasıyla elde edilen parçalar da mutlaka patolojik inceleme için uzmana gönderilmelidir.  Mol tahliyesinde normal gebelik tahliyesinden farklı olarak müdahale esnasında hücrelerden bir kısmının kan damarlarına geçerek akciğer embolisi (atardamarın kendisinin ya da dallarından birinin dolaşım yoluyla gelen bir madde tarafından tıkanması) riski de olabilir. Ayrıca nadiren tahliye sonrası DIC (yaygın damar içi pıhtılaşması) adı verilen tehlikeli durum gelişebilir.


Mol gebeliğinde tahliye sonrası takip
Patolojiye gönderilen materyalin incelenmesinde mol gebeliği tanısı kesinleştikten sonra takip süreci başlar.   Tahliye sonrası kişi 1 yıllık bir takip sürecine alınır ve Beta hCG değerleri ile izlenir. İlk zamanlarda bu değer 0 olana kadar haftalık izlem yapılır daha sonra takiplerin arası açılabilir. Mol gebeliğinde tahliye sonrası takibin amacı molar gebelik ürünlerinin vücuttan tam olarak uzaklaştırılıp uzaklaştırılmadığını ve hastalığın GTN'ye (tehlikeli formlara) dönüşüp dönüşmediğini ve saptamaktır.   Gebeliğe bağlı trofoblastik neoplazi (GTN) mol gebeliği geçiren gebelerin yaklaşık %10'unda görülür.


Mol gebeliği geçiren olan bir kadın eğer ailesini tamamlamış ve 40 yaş üzerinde ise histerektomi (rahimin ameliyatla alınması) uygun bir tedavi şekli sayılır Çünkü bu şekilde yaklaşık % 10 olan mol gebeliğin nüks etme veya başka formlara dönüşme olasılığı % 1'e kadar düşürülmüş olacaktır.
Ancak unutulmamalıdır ki rahmin alınması mol gebeliği sonrası GTN gelişme riskini belirgin şekilde azaltır ancak tamamen ortadan kaldırmaz. Bu yüzden histerektomi yapılsa bile operasyon sonrası takipler ihmal edilmemelidir.
Yumurtalıkta gelişen kistler varsa bunlara ayrı bir müdahele gerekmez ve tahliye sonrası birkaç haftada geriler ve aşırı bulantı-kusmalar (hyperemesis) de kısa zamanda ortadan kalkar.


Hangi mol gebeliğinin daha sonra nüks edeceği, problem yaratacağı konusu net değildir ve kestirilemez. Ancak bilinen bazı şeyler vardır ki; Tahliye öncesi jinekolojik değerlendirmede rahimin gebelik haftasına göre daha büyük olması, komplet mol olması, ilk ölçülen HCG seviyesinin 100.000'in çok üzerinde olması, hastanın yaşının 40 ve üstü olması mol gebeliği sonrası GTN gelişme riskini artırır.


Mol tahliyesinden sonra yapılan takipte kanda HCG seviyesinin düşmesi gerekir. HCG gebeliğin bitmesinden sonra 2-3 günde bir kan miktarı yarıya düşerek azalan bir maddedir. Bu düşme haftalık HCG takibiyle izlenir. Haftalık takiplerde HCG sıfırlandıktan sonra üç hafta daha haftalık inceleme devam eder. Daha sonra 6 ay boyunca aylık, daha sonraki 6 ay da 2 ayda bir olmak üzere bir yıl boyunca HCG ölçümü devam ettirilir.


Kan beta HCG seviyesi GTN gelişimini gösteren en önemli bulgu olduğundan anne adayının bir yıl boyunca gebe kalmaması gerekir. Çünkü hCG doğal gebelik hormonu olduğundan kişi gebe kalırsa hastalık nüksü ile karışıklıklar gösterir ve takip süreci aksar.


Gebeliği önlemek amacıyla genellikle doğum kontrol hapı verilir.   Bir yıllık takiplerde kan HCG seviyesinde yükselme olmaması durumunda takip biter ve kişinin gebe kalmasına izin verilir.    Kısmi mol tahliyesinden sonra ise önemli hususlardan birisi de çiftte kan uyuşmazlığı (Rh uygunsuzluğu) varsa (anne adayı Rh(-), eşi Rh(+) ise) anti-Rh immunglobulin ("uyuşmazlık iğnesi"-RhoGAM ampul) uygulaması yapılmalıdır.

GEBELİKTE BULANTI VE KUSMALAR

Gebeliğin erken dönemlerinde bulantıya sıklıkla rastlanır. Bu bulantılar kusmayla, iştahsızlıkla ve belli kokulara karşı aşırı hassasiyetle beraber olabilir. Bulantı ve kusmalar genellikle sabahları daha şiddetli olduğu için bu duruma İngilizce'de "morning sickness" yani sabah hastalığı adı verilmiştir.   Gebelikteki bulantı ve kusmanın gün boyunca sürmesi, ayaktan ilaç tedavisine cevap vermemesi, anne adayının normal beslenmesini, günlük faaliyetlerini engellemesi, genel durumunu bozması ya da kilo kaybına yol açması durumunda Hyperemesis Gravidarum ("gebeliğin şiddetli bulantısı") söz konusu olur. İleri inceleme ve tedavi gerektiren bir durumdur.


Hyperemesis gravidarum genellikle genç yaşta ilk gebeliğini yaşayanlarda daha sık görülür. "Şişman" olanlarda, çoğul gebeliği olanlarda ve sosyokültürel seviyesi yüksek olanlarda nispeten daha sıktır.   Gebeliğe bağlı olarak ortaya çıkan fizyolojik estradiol ve HCG hormonları artışının normalden fazla olması ya da seviyeler normal sınırlar içinde olmasına karşın bireysel duyarlılığın yüksek olması bu probleme neden olmaktadır.   Üzüm gebeliği ve çoğul gebelik gibi durumlarda HCG normalden çok fazla üretildiğinden hyperemesis'e de sık rastlanır. Hyperemesisin ayrıca psikolojik bir yönü de olduğu düşünülmektedir.


Gebelik bulantı kusmalarının anne adayı ve fetus üzerine kötü etkileri var mıdır ?
Erken gebelikte aşırı bulantı ve kusmaları olan anne adaylarının gebeliklerinin daha sağlıklı geçtiği ve düşük yapma oranlarının da azaldığı gözlenen bir durumdur. Ancak hyperemesis gelişen ve yetersiz tedavi gören ya da tedaviye cevap vermeyen anne adaylarında bu durum tersine de dönebilir. Kilo kaybı, elektrolit dengesizlikleri, besin ve vitaminlerin yetersiz alınması durumunda bebekte gelişme geriliği annede ek sorunlar gelişebilmektedir.


Hyperemesis gelişen anne adayının ilaç kullanmak, hatta hastaneye yatmak ve tedavi görmek zorunda kalması gebeliğinin ileri dönemlerini olumsuz etkilemez. Yeter ki bu dönem kısa sürede atlatılsın.


Tanı ve Tedavi yaklaşımı
Şiddetli bulantı kusmayla başvuran her anne adayının genel sistem muayenesi yapıldıktan sonra ultrason incelemesiyle gebelik haftası belirlenir. Ultrasonda çoğul gebelik ya da mol gebeliği (üzüm gebeliği) gibi etkenler kolaylıkla ortaya konabilir. Mol gebeliği saptanması durumunda tedavi daha farklı bir yön kazanır.   Tam idrar tetkikinde aç kalınan süre dolaylı olarak ortaya konabilir. Açlık süresi arttıkça idrarda başta aseton olmak üzere keton maddeleri artış gösterir. Keton cisimleri idrarda ne kadar yüksekse hyperemesis kadının vücudunu o kadar ağır etkilemiş demektir.   Tam idrar tetkikinde ölçülen idrar yoğunluğu ve idrarın gözlenen rengi de vücudun genel sıvı durumu hakkında bilgi verir. Tam idrar tetkikinde idrar yolu enfeksiyonu da saptanabilir.


Kan elektrolitleri de vücudun su durumu hakkında detaylı bilgi verir. Vücut susuz kaldığında kan yoğunlaştığı için kandaki sodyum ve potasyum miktarı artar. Elektrolitlerin artmış bulunması hyperemesisin şiddetli olduğunu gösterir ve acil tedavi gerektiren bir durumdur. Aslında elektrolit dengesizliği yaratacak kadar ağır seyreden hyperemesis olguları çok nadirdir.


Hyperemesis Gravidarum tedavisinde üç ayrı tedavi yaklaşımından biri uygulanır:
• Ayaktan önerilerle tedavi
• Ayaktan ilaçla tedavi
• Yatarak serum ve ilaç tedavisi


Anne adayının şikayetleri hafifse ayaktan ilaçsız tedavi denenebilir: Ayaktan ilaçsız tedavide amaç anne adayının bulantılarla kendisi başa çıkmasını sağlamaktır. Bu amaçla anne adayına şunlar önerilir:
• Yatağınızın kenarında kraker ya da bisküvi benzeri gıda maddelerini hazır bulundurun. Sabah bunları yedikten sonra yataktan kalkın.
• Günlük öğününüzü üç öğünde değil beş ya da altıya bölerek alın.
• Sıvıları yemekler arasında alın. Yemekler esnasında fazla sıvı almayın.
• Midenize ve barsaklarınıza dokunan yiyeceklerden uzak durun, canınızın istediğini yiyin.


Özetle; az az ve sık sık yemek yenilmesi, kuru gıdalar tercih edilmesi, gebenin canının istediği şeyleri yemesi ile genellikle bulantıların fazla olduğu bu dönem atlatılır.
Ancak bulantı kusmaların önü alınamadığında, anne adayının şikayetleri günlük faaliyetlerini engelliyorsa, ilaçsız tedaviye cevap vermiyorsa ve kişinin metabolizmasını bozacak kadar ilerlemişse doktor tavsiyesiyle bazı ilaçlar yararlı olabilir.
Gebelikte bulantı ve kusmaya sık rastlanırken bu kadar aşırı bulantı ve kusmalara gebeliklerin ancak %1’inden daha azında rastlanır.
Bulantı giderici olarak anne adayına verilen tablet ya da fitil şeklindeki ilaçlar yıllardır kullanılan ve bebek üzerinde hiçbir olumsuz etki yapmadığı bilinen ilaçlardır. Ek olarak B vitaminlerinin ön planda olduğu bir vitamin tedavisine başlanır. Ayaktan ilaç tedavisine karar verildiğinde anne adayı ilaçlarını kullanırken yukarıda bahsedilen önlemlere de uymalıdır.


Elbette her bulantı ve kusmayı sadece gebeliğe bağlamak da doğru değildir. Özellikle çok şiddetli olan ve tedaviye cevap vermeyen bulantı ve kusmalarda, ya da gebeliğin ilerki dönemlerinde ortaya çıkan bulantı kusmalarda aynı belirtilere yol açabilecek diğer hastalıklar da düşünülmelidir.


Üzüm gebeliği, hepatit (karaciğer iltihabı), safra taşı, pankreatit (pankreas iltihabı), mide ülseri, hipertiroidi (tiroid bezinin aşırı çalışması) gibi hastalıklar da bulantı kusma yapabileceklerinden doktor tarafından ayırıcı tanılarının yapılması gerekir. Gebeliğe bağlı bulantı kusmalar aslında sağlıklı gebeliklerde görüldüğünden bir açıdan çok da üzünülmemesi gereken bir durumdur.


Şiddetli bulantı ve kusmalar nadiren hastaneye yatmayı ve damardan sıvı tedavisini de gerektirebilir.
Anne adayının şikayetleri ayaktan ilaç tedavisine de cevap vermiyorsa, genel durumu bozuksa, kilo kaybı varsa, tetkikler vücuda uzun süredir besin maddelerinin alınmadığını gösteriyorsa (idrarda keton cisimleri yüksek bulunursa) ya da vücudun susuz kaldığı yönünde bulgular varsa (idrarın yoğunluğu artmış, rengi koyu bulunursa, kan elektrolitleri dengesizse) anne adayı hastaneye yatırılır ve serum tedavisine başlanır.


Serum tedavisinin amacı anne adayına kaybettiği sıvı, elektrolit ve besin maddelerini intravenöz yolla (damar yoluyla) geri vermektir.  Bulantı giderici ilaçlar ve vitaminler de kalçadan ya da serumun içine katılarak verilir.
Serum tedavisiyle anne adayı genellikle bir hafta içinde kendini toparlar. Nadir durumlarda bir haftadan daha uzun süre hastanede yatması gerekebilir. Taburcu edilirken anne adayına evde kullanmak üzere ilaçlar verilir.
Hyperemesis genellikle gebelik haftasının büyümesine paralel olarak hafifler ve ortalama olarak 12. haftanın sonunda genellikle biter.  Nadiren gebeliğin ileri dönemlerine kadar süren bulantı ve kusmalar da olabilir.
Hiç bir tedaviye cevap vermeyen ve gebeliğin sonlandırılmasını gerektirecek kadar şiddetli olan hyperemesise ise çok çok nadir rastlanır.

GEBELİK VE BAZI HASTALIKLAR

Bu bölümde gebelikle beraber görülebilen ve hem annenin hem de bebeğin sağlığını etkileme olasılığı bulunan bazı hastalıkları kabaca gözden geçirmek istedim.  Bu hastalıkların sayısı ve detayları aslında kitapları doldurabilecek kadar geniş bir bilgiyi gerektirmektedir.  Burada amaçlanan anne adaylarının bu hastalıklar hakkında kabaca bilgi sahibi olarak hastalığın yol açacağı olası problemler hakkında uyanık olmaları ve kontrollerini aksatmamaları gerektiğini çok iyi anlamalarıdır.   Gebelikte gözlenebilen kalp hastalıkları, şeker hastalığı, tiroid hastalığı gibi ciddi hastalıklar mutlaka multidisipliner bir ekip çalışması gerektirdiğinden gebeliği takip eden hekimin istediği konsültasyonlar aksatılmadan gerçekleştirilmelidir.




ÖNCEDEN VAR OLAN DİYABET

Çocuk sahibi olmak isteyen bir diyabetli, bebeğinin sağlıklı doğabilmesi için, her şeyden önce kendisinin sağlıklı olması gerektiğini unutmamalıdır.  Kan şekeri kontrol altında olan yani tedavi ve diyetle normal sınırlarda seyreden bir diyabetlinin gebeliği için hiçbir engel bulunmaz.Ancak en önemli koşul iyi bir hazırlık dönemi geçirilmesi ve gebeliğin planlı olmasıdır. Diyabetli anne adayının gebeliğe hazırlanması ve gebelik takipleri bir ekip anlayışıyla gerçekleşmelidir. Anne adayı bu ekibin en önemli üyesidir. Ayrıca bir diyabet uzmanı (endokrinolog), kadın doğum hekimi ve diyetisyen ise ekibin diğer bireyleridir.


Gebelikten en az 4-6 ay öncesinden başlayarak uzun süreli kontrolü gösteren HbA1c düzeyinin %6.5'in altında olması, gebelik öncesi dönemde açlık kan şekerinin 80-120 mg/dl, 2. Saat tokluk kan şekerinin ise 80-140 mg/dl arasında seyretmesi gereklidir. Çünkü gebelikten önce var olan diyabet hastalığında en korkulan konu yüksek seyreden şekerin bebekte sakatlıklara ve düşüklere yol açmasıdır. Bu düzeyleri sağlayabilmek için iyi bir diyet planı yapılmalı ve insülin miktarları her öğünden önce ölçülen kan şekerlerine göre ayarlanmalıdır.


Tip I diyabetli kişiler günde 3 kez yapılan kısa etkili (kristalize) ve 1-2 kez yapılan orta etkili (NPH) insülinle tedavi edilmelidir. Günde en az dört kez kan şekeri ölçümü yapılması da uygun olur. Eğer anne adayı Tip 2 diyabetli ise, kullandığı şeker düşürücü ilaçlar kesilip insülin tedavisi planlanmalıdır. Bu ilaçların gebelikte kullanımı konusunda yeterli güvence yoktur ve insülin gibi ince bir kontrol sağlanamaz.


Gebelik annedeki diyabete özgü sorunları ağırlaştırabilir. Bunun yanı sıra bazı sorunların varlığı da bebeğin sağlığını riske sokabilir. Bu nedenle, gebelikten önce gözdibi muayenesi, böbrek, kalp ve dolaşım sistemi kontrolleri yapılmalı, sinir sisteminin etkilenip etkilenmediği araştırılmalıdır.Gebelikte oluşan değişiklikler diyabetik böbrek hastalığının ilerlemesine ve hipertansiyon, ağır protein kaybı gibi ciddi durumlara da yol açabilir. Eğer diyabetik retinopati (gözdibi hastalığı)varsa, gebelik sırasında ilerleyebileceği düşünülerek takipler sıklaştırılmalı ve öncelikle laser tedavisi uygulanmalıdır.


Gebelikten önce bütün bu riskler anneye detaylı olarak anlatılmalıdır. Eğer herhangi bir diyabet komplikasyonu varsa önce tedavi edilmeli sonra gebelik planlanmalıdır. Diyabetli anne, bebeği için yaşam tarzını da değiştirmeyi göze almalı ve eğer varsa sigara içmek gibi bazı alışkanlıklarından mutlaka vazgeçebilmelidir. Özellikle diyabetli kadınlarda sigara son derece zararlıdır ve yalnızca anneyi değil, bebeğin gelişimini de olumsuz yönde etkileyecektir.Böyle bir yaklaşımla izlenen ve doğru tedavi edilen diyabetli anne rahatlıkla sağlıklı bir bebek sahibi olabilir.


GEBELİK VE DİYABET (ŞEKER) HASTALIĞI

Pankreas tarafından üretilen insülin hormonu vücut hücrelerine kandan gelen şekerin girişine izin veren bir hormondur. Diyabet hastalığında ise insülin yetmezliği söz konusudur.  Eğer insülin hiç yoksa (buna insüline bağımlı diyabet ya da Tip I diyabet adı verilir) ya da hücreler insülini "dinlemeyip" yeterli şeker girişine izin vermediğinde (buna da Tip II Diyabet adı verilir) vücudumuz şekeri gereken şekilde kullanamaz ve enerji üretemez. Sonuçta her iki durumda da kanda şeker yükseklği görülür. Özetle diyabet tamamen veya kısmen insülinin yokluğuna bağlı bir hastalıktır. Gebelikte ise artan bazı hormonlar yatkınlığı olan kişilerde diyabeti tetikleyebilir yani ortaya çıkarabilir. Buna ise gebeliğe bağlı diyabet ya da tıp diliyle Gestasyonel Diyabet denir. Gebelerin yaklaşık %1-4 ünde gebelik diyabeti görülür. Bu ise Türkiye'de 15 bin ile 75 bin diyabetik anne bebeği doğduğu anlamına gelmektedir.


Gebelikte ortaya çıkan diabet, gebelik öncesinde aşikar olmayan ve belirti vermeyen ancak gebelikle birlikte görülen diabet olarak tanımlanabilir. Yani bu hastaların daha önceden bilinen bir diyabetleri yoktur. Gebelikte ortaya çıkan diabetlilerde doğum sonrasında glukoz (şeker) kullanımı düzelebilir, veya diabetik olarak da devam edebilir. Ama genelde gözlenen durum gebelik sonrası bu tablonun düzelmesidir. Annenin glukoz düzeylerindeki artış, fetus açısından önem taşır. Fetus, plasenta (anneye bağlantısı) yoluyla aldığı glukoz ve diğer besin maddeleriyle beslenir. Annenin kanında yükselen şeker miktarı, direkt olarak bebeğe yansır ve fetusta glukoz fazlalığı oluşur. Bebek bu duruma yaptığı insülini artırarak cevap verir. İnsülin ise bebekte büyümeyi uyaran bir hormondur. Bebekte insülinin gebeliğin artışı ise bebeğin büyümesini hızlandırır ve doğum ağırlığı 4.000 gr'ın üzerine çıkar.


Makrosomi (tosuncuk) olarak adlandırılan bu tablo bebek açısından pek çok risk taşır. Doğum sırasında oluşabilecek omuz çıkıkları, sinir yaralanmaları, solunum sıkıntısı, şeker düşüklüğü, sarılık bu sorunlardan bazılarıdır. Gebelikte ortaya çıkan şeker hastalığının tanısı için 24-28. gebelik haftasında bütün gebelere tarama amaçlı 50 gr. glukoz (şeker) testi yapılmalıdır.


Bazı gebeler ise diyabet açısından risk altındadırlar. Bu gebelerin bu açıdan taranması daha erken yapılmalıdır. Bu gebeler:
Şişman olan
Önceki gebeliklerinde diyabet saptanan
İki ayrı ölçümde idrarda glikoz(şeker) çıkan
İleri gebelik yaşına (<35) sahip
Tekrarlayan düşükleri olan
Açıklanamayan sakat bebek doğumları olan
Açıklanamayan rahim içi bebek ölümleri olan
Tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonları olan
Gebelik haftasına göre bebeği iri olan
Polihidramniosu olan(anne karnında bebeğin suyunun fazla olması)   gebelerdir.


Gebelik kontrolleri sırasında annelerin riskleri belirlenmeli ve oluşabilecek sorunlar yönünden anneler uyarılmalıdır. 50 geamlık tarama testinde kan şekeri 140 mg/dl'nin üstünde çıkan gebelere 100 gramlık 3 saatlik tarama testi uygulanır ve burada problem olduğu saptanan gebeler diyete alınılar. Amaç kan şekerinin yemek sonrasında belirli bir düzeyin üstüne çıkmasını engellemektir.


GEBELİK DİYABETİNİN TEDAVİSİ
1. Diyet
2. Egzersiz
3. İnsülin tedavisi


1.Diyet:İlk üç aylık dönemde kalori ihtiyacı gebe olmayanlardan farklı değildir ama 4. aydan itibaren günde 250-300 kalori almak gerekir. Diyet jinekolog-dahiliye uzmanı-diyetisyen işbirliği ile gebenin kilo, boy ve genel durumuna göre düzenlenir. Bu dönemde anne mutlaka bir şeker ölçme cihazı almalı ve kan şekerini her öğünden önce, 2 saat sonra ve yatarken olmak üzere, günde 6-7 defa ölçmelidir. Ddiyabetik diyete başlanır ve kan şekeri 1 hafta boyunca izlenir. Eğer bu süre içinde şeker değerleri belirtilen değerlerin üzerine çıkıyorsa, insülin tedavisine başlanmalıdır.


Şişman hastalarda kalori miktarı daha da düşürülebilir. Hastaların bu dönemde demir ve kalsiyum ihtiyaçları da karşılanmalıdır


2.Egzersiz: Anne şeker düzeyi egzersiz ile düşer. Genellikle yürüyüş şeklinde ağır olmayan ve tüm vücudu çalıştıran hafif egzersizler tavsiye edilir.


3.İnsülin tedavisi: Diyet ve egzersiz ile şekeri kontrol altına alınamayacak kadar yüksek hastalara uygulanır. Açlık kan şekeri 105'den fazla tokluk kan şekeri 2. saatte 130'un üzerinde olan gebelere en geç 30. gebelik haftasında insülin başlanır.


Evde yapılan düzenli şeker takipleri ve iyi kontrol, diyabetik bebeklerin doğumunda ortaya çıkacak problemleri büyük ölçüde azaltmıştır. Doğum haftası ve şekli konusundaki karar sizi izleyen hekim tarafından verilmelidir.


2-4 haftada bir yapılan muayenelerde, kan şekeri değerleri değerlendirilir, ultrasonografik olarak bebeğin büyüme ve gelişimi izlenir, uygun olan doğum şekli ve zamanı konusunda karar verilir. Eğer bebekte normalden irilik varsa, 40 hafta beklemeden bebek sezeryan ile doğurtulur.


Gelişimini tamamlamış bebek genellikle 38 hafta civarında doğurtulur. Anne doğumdan 1-2 hafta önce hastaneye yatırılabilirse de, evdeki takiplerin düzenli ise genellikle buna gerek kalmaz.


Bebek doğumdan hemen sonra bir yenidoğan hekimi tarafından takibe alınmalıdır. Doğum sonrası annenin insülin gereksinimi hızla azalacaktır.
Hatta eğer doz değişikliği yapılmazsa hipoglisemiye girme ihtimali de olabilir.


Gebelikleri sırasında diabet tanısı alan hastalar doğumdan sonra da izlenmelidir.


Gestasyonel diyabetli annede, sonraki gebelikte yine gestasyonel diyabet ortaya çıkma riski %70 düzeyindedir. Gestasyonel diyabetli annelerin %40-60'ında 5-10 yıl içinde kalıcı diyabet meydana gelir. Şişman kadınlarda bu risk daha da artar. Doğumu takiben 6-8. haftalarda 75 gr lık glukoz tolerans testi ile kalıcı diabetin oluşup oluşmadığı tesbit edilmelidir.Diabeti olan anneye gelecekteki korunma yöntemleri konusunda tavsiyede bulunulmalıdır.
En emniyetli olarak mekanik engel oluşturan yöntemler kullanılabilir. Bunun yanında düşük dozlu doğum kontrol hapları da kullanılabilir. Bu ilaçlar kullanılmaya başlandıktan sonra kan şekerleri yakından takip edilmelidir.


Eğer hasta ailesini tamamlamışsa tüplerin bağlanması ve gebeliğin kalıcı bir şekilde önlenlenmesi de önerilebilir.

ANEMİ (KANSIZLIK)

Anemi (kansızlık) kan hücresi olan eritrositlerin ve onların içerdiği hemoglobin değerinin normal değerinin altında olmasıdır.  Gebelik süresince bebek, anne zayıf olsa bile kendisi için gerekli olan enerjiyi, protein,demir,kalsiyum gibi mineralleri ve vitaminleri anneden alarak gelişimini sürdürür.  Böylece annenin bu besin öğelerine olan gereksinimi artar.  Artan gereksinimlerin karşılanmaması halinde; beslenme yetersizliğinin belirtileri olan kansızlık,diş çürümesi kemik bozuklukları meydana gelir.  Anne halsiz ve yorgun düşer,bebeğini de yeterince besleyemez.  Bu kez bebeğin büyüme ve gelişmesi tam olmaz ve sağlıksız doğabilir. Buna ek olarak, henüz açıklanmayan bir nedenle demir desteği almamış ve kansızlığı olan gebelerin bebeklerinde erken doğum ve düşük ağırlıklı bebek doğurma riski de artmıştır.  Hamile kadınların yaklaşık %20'sinin anemik olduğu bilinmektedir.


Öncelikle biraz fizyoloji bilgisi hatırlarsak:
Kan temel olarak 2 ana bölümden oluşur. Birinci bölüm şekilli elemanlar denilen akyuvar, alyuvar gibi hücreler, ikinci kısım ise bu şekilli elemanları taşıyan sıvı yani plazmadır. Kırmızı kürelerin (alyuvar, eritrosit) plazmaya göre olan yüzdesine hematokrit adı verilir. Normalde hematokrit %38-45 arasındadır. Yani kanın %38-45'i şekilli elemanlar geri kalanı ise plazma tarafından oluşturulmaktadır. Hamilelik sırasında kan hacmi yaklaşık %45-50 oranında artar. Bu artışın büyük bir bölümü plazma kısmındadır. Alyuvarlar plazma kadar hızlı çoğalamazlar. Bu durumda kan içinde alyuvar konsantrasyonu azalır ve hamilelik öncesi dönemde olduğundan daha aşağılara iner. Bu durum özellikle hamileliğin ilk yarısında belirgindir.Hamilelik ilerledikçe alyuvar yapımı artar. Yapım artışı ise demire olan ihtiyacı arttırır. İlk başlarda gerek duyulan demir vücuttaki depolardan karşılanır ancak çoğu zaman bu depolar ihtiyacı karşılamada yetersiz kalır. Eğer kişi diyet ya da ilaçlar ile yeteri kadar demir almıyor ise anemi ortaya çıkar. Bu tür anemiye hemodilüsyonel ya da fizyolojik anemi adı verilir. Erişkin bir kadın için normal sayılan hemoglobin değeri 12-15 gr/dl arasındadır. Ancak gebelikte ortaya çıkan fizyolojik nedenlerden ötürü kansızlık sınırı 10.5 gr/dl olarak kabul edilmektedir. Normal bir gebeliğin devamı sırasında kan hacmi belirgin olarak artar. Fakat kan hücrelerinin sayısı (eritrosit) ise sadece % 15-20 oranında arttığı için kanda seyrelme meydana geleceğinden göreceli (fizyolojik) bir kansızlık meydana çıkar.Kansızlık kendini vücutta oksijen yetmezliğinin bulguları olarak gösterir. Çabuk yorulma, halsizlik, çarpıntı gibi şikayetler ortaya çıkabilir.


Hangi kişilerde kansızlık daha sık görülür ?
Bütün gebe kadınlarda demir eksikliğine baplı kansızlık riski artmakla birlikte, özellikle aşağıdaki gruplarda bu risk daha fazladır: sık aralıklarla birden fazla çocuk doğurmuş olan kadınlar, ikiz veya daha fazla sayıda bebeğe gebe olan kadınlar, ikiz veya daha fazla sayıda bebeğe gebe olan kadınlar, ikiz veya daha fazla sayıda bebeğe gebe olan kadınlar, sabah bulantılarıyla çok fazla kusan veya çok az yiyen kadınlar, gebelik öncesi beslenme bozukluğu olan kadınlar veya sosyoekonomik düzeylerindeki düşüklük ya da başka nedenlerle yeterli besin alamayan kadınlar risk altındadır.  Gebelikte anemi için tetkikler periyodik olarak yapılmalıdır. Bunun en iyi yolu, hemoglobin konsantrasyonunun ve hematokritin ölçülmesidir.  Bu genellikle tam kan tahlili adıyla istenir. Bunun yapılamadığı durumlarda,alternatif tanı metotları kullanılmalıdır.  Gebelerin ilk muayenelerinde, 24. ve 32. haftalarda tam kan sayımı yapılmalıdır.


Anemi (Kansızlık) sebepleri nelerdir ?


Demir Eksikliği Anemisi :
Demir eksikliği anemisi gebelikte görülen en sık anemi sebebidir. Tamamen sağlıklı, hiç kan bağışında bulunmamış kadınların bile üçte ikisinde demir depoları sınırdadır. Bu nedenle kadınların yarısı az demir deposuyla gebe kalır. Demir depolarının yetersiz olmasının en büyük nedeni adetle kaybedilen kan ve yetersiz beslenmedir. Gebelerin yaklaşık olarak %20'sinde, demir gereksinimini karşılayamadıkları için demir eksikliği olur. Demir eksikliğine bağlı gelişen kansızlık, demir desteği ve dengeli beslenmeyle kolayca düzeltilebilir.Yetersiz demir deposu ile hamile kalan kadınlar gebelikleri sırasında demir desteği almaz iseler kolaylıkla demir eksikliği anemisi meydana gelir. Belirtileri solukluk, halsizlik, saçlarda dökülme, tırnaklarda kırılma ve kalpte çarpıntı hissidir.


Normal bir beslenme ile demir açığının kapatılması kolay olmadığı için her gebe kadın gebeliği boyunca ve emzirme döneminde demir desteği almalıdır. Demir preperatları (kan ilaçları) mümkünse sabah aç karına alınmalı takip eden bir kaç saat boyunca süt veya süt ürünleri tüketilmemelidir. Tedavinin yan etkileri bulantı, kusma, ishal veya kabızlık olabilir. Hemoglobin miktarı normal değere geldikten sonra demir miktarı yarı dozda 3-6 ay kadar kullanılır. Böylece demir depolarının dolması sağlanır.


Vitamin Eksikliklerine Bağlı Anemi:
Gebelikte anemi sebebi olarak ikinci sırada yer alır. En sık sebebi B vitaminleri grubundan olan folik asit eksikliğidir. İkinci olarak B12 vitamini eksikliğine bağlı olarak da görülür. Bu vitaminler daha çok kırmızı ette bulunduğu için vejeteryan gebelerde sıklıkla görülür. Serum folat düzeyi düşüktür. Tedavide ağızdan folik asit tabletleri verilir. Kan değerleri bir kaç hafta içinde normale döner.


Kronik Hastalık Anemisi:
Böbrek hastalığı, bağırsak hastalığı gibi süregelen ve geçmeyen hastalıklarda gebelik öncesi 9-10 gr/dl olan hemoglobin düzeyi gebelikle birlikte daha düşük değerlere ulaşır. Bu kişilere bazen kan nakli de gerekir.Kansızlığın en etkili tedavisi demir desteği almaktır. Ama elbette doğal gıdalarla da demir desteği uygulanmalıdır.Kırmızı et yüksek oranda protein içeren, aynı zamanda da yapısındaki vücut tarafından emilebilme özelliği yüksek olan demir sayesinde bizi kansızlığa karşı koruyan önemli bir besindir. Kırmızı etin içerdiği proteinler önemli bir enerji kaynağı olmalarının yanı sıra vücutta önemli görevlerde rol alırlar. Doku yapımı, doku onarımı ve büyüme ve gelişme açısından da en temel yapı taşlarıdır. Kırmızı et içerdiği demir sayesinde vücudu kansızlığa karşı korur. Ayrıca bu etkisini daha da artırabilmek amacıyla C vitamini açısından zengin besinlerle tüketilmesi önemlidir. Pişirirken özellikle yağda kızartmak yerine fırın, ızgara veya haşlama tarzında tüketilirse daha faydalı olacaktır.


Demir eksikliğine bağlı anemiden korunabilmek için:
Demirin iyi kaynağı olan besinler (karaciğer, kırmızı et, balık vb.) tüketilmelidir. Demirin emilimini arttırmak amacıyla, özellikle yemeklerle birlikte domates, mandalina, maydanoz, kivi, portakal türünden bir C vitamini kaynağı tüketmek gerekir. Çünkü C vitamini demir emilimini arttırmaktadır.


Özetle;
Sigara ve alkol kesinlikle kullanmayınız.
Yemeklerle birlikte çay içmeyiniz.
Taze sıkılmış meyve suyu içip, meyve yiyiniz.
Hamilelik süresince düzenli sağlık kontrollerini yaptırınız.
Doktorunuzun verdiği ilaçları düzenli kullanınız.


GEBELİKTE TANSİYON YÜKSELMESİ

Her kişinin “Tansiyon” dediğimiz kan basıncı veya atardamar kendine hastır. Bu nedenle şikâyetsiz dönemlerde ölçülen tansiyonların ortalama değeri bizim “Kendi normal tansiyon ölçümlerimizi” gösterir. Bununla beraber en sık rastlanan ortalama tansiyon ölçüm değeri 12 – 8 yani “Büyük tansiyon 12 ya da 120 mmhg”, “Küçük tansiyon 8 ya da 80 mmhg” dır.
Hipertansiyonun sözlük anlamı,”Normalden yüksek olan atardamar basıncı” demektir.
Normal gebelikte bebeğinin sağlıklı gelişimini sağlamak için kalp ve damar sisteminde önemli değişimler olur. Kalp hızı ve kalbin pompaladığı kan miktarı artar. Gebelikte küçük tansiyon 10–20 mmHg kadar düşerken , gebeliğin sonuna doğru gebelik öncesi değerlerine döner. Normalde büyük tansiyonda ise gebelik döneminde anlamlı bir değişme beklenmez. Gebelikte meydana gelen bu uyum değişiklikleri doğumdan sonra 6–12 hafta içinde ise eski durumuna döner.


Tansiyon nasıl ölçülmeli ?


Tansiyon ölçümünden önce anne adayı en az 15 dakika dinlenmeli. Bazı anne adayı ve gebelerde kliniğe gelene kadar oluşan yorgunluk ya da “beyaz önlüklü birini görmeye” bağlı ortaya çıkan heyecan tansiyonun yükselmesine neden olabilir. Bu yüzden anne adayı ve gebeler kliniğe geldikten sonra dinlenene ve ortama alışana kadar beklenir. En ideal ölçüm sağ koldan ve anne adayının kol kalınlığına uygun manşet kullanılarak yapılır. Ölçüm oturur durumda ya da yatar durumda yapılır. İlk ölçüm yatar durumda yapılmışsa sonraki ölçümlerde yatar durumda, oturur durumda yapılmışsa sonraki ölçümler de oturur durumda yapılmalıdır. Tansiyonu ölçmek için farklı aletler kullanlabilmesine rağmen tansiyon ölçümü esnasında elektronik ölçüm yapan aletler yanlış sonuç verebildiklerinden tercihan kullanılmazlar. Evde tansiyon takibi önerilen anne adaylarının ölçümlerini deneyimli kişilere yaptırmaları gereklidir.


Gebelikte Hipertansiyon nedir?


Gebelik süresince görülen “Hipertansiyon” tespit edilen hastalıkların genel başlığıdır. Ortalama 10 gebelikte 1 ya da 2 gebede görülmesi gibi bir oran söz konusudur. “Gebelikte Hipertansiyon”, anne ve bebek hastalıkları ve ölüm nedenlerinin en önemli nedenlerinden olduğu için çok önemli bir sorundur.
Örneğin eğer gebe yüksek kan basıncına sahipse bu plasentaya yetersiz kan akımı olmasına sebep olabilir. Bebeğin, ihtiyacı olan oksijen ve besini düşük miktarda alması demektir. Bu durum bebeğin büyümesini yavaşlatabilir.


Gebelikte “Hipertansiyon” tanısı nasıl konulur?


Gebelikte hipertansiyon, 6 saat içinde yapılan iki ayrı ölçümde, kan basıncının yani tansiyon ölçümünün 14/9 yani 140/90 mmHg üzerinde veya büyük tansiyonun 3 birim yani 30 mmHg’dan, küçük tansiyonun 1 birim yani 10 mmHg’dan yüksek ölçülmesi “Gebelik Hipertansiyonu” olarak kabul edilir. Ancak küçük tansiyon 11 yada 110 mmHg’dan yüksek ise tanı için 6 saat beklenmesi gerekmez.


Hangi gebelerde tansiyon yüksekliği daha sık görülür?


İlk gebeliklerde,önceki gebelikte preeklampsi öyküsü olanlarda, gebelikten önce hipertansiyon öyküsü olanlarda, 35 yaş üstündeki gebelerde, çoğul gebelik durumlarında, Şeker Hastalarında(DiabetesMellitus) ya da böbrek hastalığı gibi “hipertansiyon” ve “idrardan protein kaybedilen” durumlarda, şişman gebelerde, kollagen doku hastalıkları, antifosfolipid sendromu, bağışıklık sistemi bozuklukları olan gebelerde görülme riski artar. Gebelikleri boyunca çalışmak zorunda olan ve dinlenme fırsatı bulamayan anne adaylarında da risk yükselir.


Uzun süreli Hipertansiyonun Gebelik takibindeki önemi nedir?


“Uzun süreli Hipertansiyon”, gebelik öncesinde mevcuttur veya gebeliğin 20. haftasından yani 5.ayından önce teşhis edilmiştir. Gebelik esnasında ve doğum sonrası dönemde de devam eder. Kan basıncı devamlı >140/90 mm Hg'dır. Uzun süreli hipertansiyonu olduğu bilinmiyen, bu nedenle gebeliğin başlangıcından itibaren düzenli olarak tansiyonu kontrol edilmeyen kişilerde, gebeliğin 3-6 aylık döneminde kan basıncı yüksek bulunursa bu durumun ilk defa oluştuğu izlenimini verebilir.


Uzun süreli Hipertansiyonun anne ve bebeğe zararları nelerdir?


Bebek gelişmesinde gerileme, erken doğum, “plasenta” dediğimiz anne ve bebek arasındaki hayati bağlantıyı sağlayan “eş” olarak da bilinen dokunun erken ayrılması, ani böbrek yetersizliği, hipertansiyon krizi gibi zararlar ortaya çıkabilir. Kronik hipertansiyonun kontrol edilmesi şarttır. Çünkü kalp yetmezliği veya kalp krizi gibi problemlere sebep olabilir.


Preeklampsi nedir?


Preeklampsi, kelime anlamı olarak “kasılma öncesi” anlamına gelir. Gebeliğin 20. haftasıyla doğumdan sonraki 1. haftanın sonu arasında, hipertansiyon ve albüminüri veya ödemin oluşmasıdır. Sebebi bilinmemektedir. Gebelik döneminde beliren, nedeni bilinmeyen tansiyon yükselmesinin meydana getirdiği, idrarla albümin kaybı ve normalde damarlar içinde tutulması gereken sıvının büyük kısmı vücut boşluklarına kaçarak aşırı kilo alımına ve ödem oluşmasına yol açar. Ailesel özellik gösterir. Genellikle ilk hamilelikte olur. Önceden mevcut kronik hipertansiyon zemininde gelişebilir. Preeklampside anne ve bebek için risk artmıştır. Preeklampsiyi konvulziyonlarla (kasılmalarla gelen nöbet) seyreden eklampsi takip edebilir.


Hangi şikâyetler olursa “Preeklampsi” den şüphelenelim?


Gebelik esnasında dikkat edilmesi gereken en önemli noktalardan birisi, hafta da alınan 2 kilodan fazla kilo artışı “Preeklampsi’nin” habercisi olabilir. İdrar miktarının azalması veya hiç olmaması, kanlı idrar yapma Bulantı, kusma, karın üst bölgesinde ağrı, kanlı kusma şikâyetleri görülebilir. Baş ağrısı, baş dönmesi, kulakta çınlama, donukluk ve bilinç değişiklikleri ağır preeklampside görülebilen bulgulardır ve eklampsi riskinin yüksek olduğunu gösterir. Bulanık görme, çift görme, noktasal körlük veya tam körlük.


Kilo takibi bu kadar önemli bir hastalığın belirtisi iken, kilo takibinde nelere dikkat etmeliyiz?


Gebelik muayeneleri esnasında anne adaylarının kiloları ölçülür ve takip kartlarına işlenir. Ölçümler her zaman günün aynı saatinde, ayakkabılar çıkarıldıktan sonra, doğru tarttığı düzenli olarak kontrol edilen bir tartıyla yapılır. Aç karnına ölçüm en doğru sonucu verir. Bazı doktorlar anne adaylarının kilo ölçümlerini evde kendi tartılarıyla sabah kalkınca aç karnına gece kıyafetleriyle ölçüp kendilerine bildirmelerini tercih ederler.


Gebelik Hipertansiyonu+idrarda protein (albumin) çıkması veya ödem yani “Preeklampsi” tanısı konulursa Gebeler ne yapmalı?


Kesinlikle yatak istirahatı yapmalı. Mümkünse sol tarafa yatmalıdır. Bu şekilde idrar miktarının artması beklenir. 2 günde bir kez doktor kontrolü uygun olacaktır. Gereğinde doktor kararı ile hastane yatışı ve takibi olabilir. Doktorunuz tarafından farklı bir öneride bulunulmadıysa “Hafif preeklampsi” durumunda tuz alımı kısıtlanmaz. Bazı durumlarda bebeği erken doğurtulabilir.


Eklampsi nedir?


Kelime anlamı olarak “kasılma, nöbet” demektir. Gebeliğin 20. haftasıyla doğumdan sonraki 1. haftanın sonu arasında diğer nedenlerin olmadığı hallerde, kasılma nöbetleri veya koma görülmesi halidir. Preeklampsi şiddetlenirse, kadının organlarında bozulma görülebilir.(böbrek karaciğer beyin kalp göz) Bazı durumlarda nöbet geçirebilirler. Buna eklampsi denir. Sebebi bilinmemektedir. “Preeklampsi” hali tedavi edilmezse aniden kasılma nöbetleri veya koma hali olarak bilinen ”Eklampsi” denilen hale gelebilir. Anne ve bebek için ölümcül sonuçlar olabilir. Bu durumların takibinde tansiyon 13- 8 ‘(130-80 mmhg )’in altına düşürülmemelidir.


Gebelikte ortaya çıkan hipertansiyon’lu hastalıklardan anne karnındaki bebek nasıl etkilenir?


Bebekte gelişme geriliği, “plasenta” erken ayrılması en önemli risk ve zararlardır.
“Gestasyonel Hipertansiyon” gebelik sırasında görülen diğer “Hipertansiyonlu” durumlara oranla iyi seyirli ve iyi bir takip ihtimaline sahip olmakla beraber, takip eden gebeliklerde tekrarlayabilir. Ancak Gestasyonel Hipertansiyon’da preeklampsiye sebep olabilir.


GEBELİKTE KABIZLIK

Kabızlık gebelikte sık görülen bir diğer yakınmadır. Gebelikte artan progesteron hormonunun etkisiyle boşaltım sisteminin yavaşlaması ve büyüyen rahmin kalın bağırsağın son kısmına bası yapması sonucu sıklıkla kabızlık gelişir. Eğer daha önceden kabızlık şikayetiniz varsa bu genellikle gebelikte daha da kötüleşecektir.   En basitten başlayarak kabızlığın tedavisi bol sıvı alımı, yürüyüş ve egzersiz yapılması, posalı yiyeceklerin, kepek ekmeğin, sebze ve meyvelerin tüketilmesi şeklindedir. Bu temel önlemlerle üstesinden gelinemeyen kabızlık durumunda bağırsaklardan emilmeyen ve çocuğa ulaşmayan maddeler içeren kabızlık giderici ilaçların kullanılması gerekebilir.
Doktorunuza danışmanız yeterli olacaktır!.


Kabızlığın ilerlemesi ve büyüyen rahmin kalın barsak toplardamarına basısı ile hemoroid (basur) oluşumu da gelişebilir. Bu durum da makat bölgesinde ağrılı bir şişlik oluşur.  Kabızlık önlenemezse ıkınmalar ile karın içinde basıncın artması; hemoroidin ilerlemesine ve ağrının artmasına hatta kanamaya neden olabilir. Bu durumda doktorunuz gereken tedaviyi düzenleyecektir.

GEBELİKTE KASIK AĞRILARI

Gebeliğin ilk üç ayından sonra görülen ancak çok da rahatsız edici olmayan iki taraflı kasık ağrıları olabilir. Bu dönemde anne adaylarının karnında ve kasıklarında görülen bu ağrılar büyümekte olan rahmin karın duvarı ile olan bağlarının gerilmesinden kaynaklanan ağrılardır ve çok da önemsenmemesi gerekir.Bazen kabızlık ve mide yanması da karın ağrısına neden olabilir. Hamileliğin ileri dönemlerinde büyüyen rahmin yarattığı bası nedeni ile kaburgaların altında da ağrılar hissedilebilir.Yine ileri dönemlerde doğuma hazırlık antrenmanları olarak da adlandıracağımız Braxton-Hicks kasılmaları da ağrıya ya da karında rahatsızlığa neden olabilir.


GEBELİKTE MİDE YANMASI

Mide yanması gebelerin önemli bir kısmında görülür. Temel gebelik hormonu olan progesteron hormonunun  artışına bağlı olarak mide-barsak sistemindeki düz kaslarda gevşeme olur ve aynı zamanda yemek borusu ile mide arasındaki geçiş eskiye oranla daha fazla açık kalır. Buna ilerleyen gebelik haftalarındaki büyüyen rahimin mide ve barsaklara yaptığı baskı da eklenir.   Bunların sonucunda asitli maddelerin yemek borusuna girmeleri burada yanma ve tahriş meydana getirir. Göğüs kemiğinin arkasında, alt kısımlarında yanma, sıcaklık hissedilir.Sadece temel bazı önlemler ile bu sıkıntılar büyük oranda azalabilir.Yakınmalarla baş etmek için sık sık ve az az bölünmüş porsiyonlar halinde ve daha az yağlı yemek tüketmeyi tercih etmelisiniz. Yemeğinizi yavaş yemeli ve iyi çiğnemelisiniz.
Akşam yemek yedikten hemen sonra yatmamalı, en erken 2 saat sonra yatış pozisyonuna geçmelisiniz. Gece yatarken düz yatmamaya gayret edin, başınız 15-30 cm. yüksekte olsun. Sigara içiyorsanız  mutlaka bırakınız. Sigara mide asit salgısını arttırıcı bir faktördür. Ayrıca zaten bebeğiniz açısından da pek çok olumsuzluklar taşır.Sakız çiğneyebilirsiniz, sakız çiğnemek tükürük salgısını arttırır. Tükürük ise mide asitini dengeleyen bir faktördür.  Bu arada kahve ve çayı da azaltmalısınız.   Yine de yakınmalar devam ediyorsa doktorunuz  antiasit  ilaç tedavisi (çiğneme hapları veya şurup olarak) önerebilir. Antiasit ilaçların barsaklardan emilimi olmadığından fetusa zarar verme olasılıkları yoktur.


AMNİYOSENTEZ (AMNİOSENTEZ)


Amniyosentez, bebeğinizin içinde bulunduğu sıvıdan iğne yardımı ile bir miktar örnek alınarak incelenmesi anlamına gelir. Bu sıvı içerisinde bebeğinizin gelişimi hakkında önemli açıklamalar getirecek kanıtlar vardır.   Amniyosentez uygulaması, geçmiş yıllarda fazla miktarda bulunan amniyon sıvısını azaltmak, bebeğin iyilik durumunu araştırmak, sonraki yıllarda ise kan uyuşmazlığı ile ilgili bebeğin durumunu kontrol etmek amacıyla uygulanırken; günümüzde, genetik anomalilerin tespitinde kullanılan en geçerli testlerden biridir.


İşlem aslında basit bir uygulamadır ancak yine de mutlaka bu konuda tecrübeli bir hekim tarafından yapılmalıdır. Erken gebelik haftalarında düşük riski daha fazla olacağından tercih edilmez.   Anne ultrason masasına sırt üstü yatırılır ve karnın steril olması sağlanır.  İşlem genellikle bir hekim ve bir yardımcı tarafından yapılır.   Ultrason yardımı ile bebeğin anne karnındaki pozisyonu dikkatlice takip edilirken iğne aynı zamanda göbeğin uygun bir yerine yerleştirilir. İğne önce karın katmanlarını sonra rahim kasını geçerek amniyo kesesine doğru itilir ve iğnenin ucunda bulunan bir enjektör yardımı ile bebeğin amniyo sıvısından bir miktar alınır.   Alınan sıvı laboratuar ortamında ayrıştırıldıktan sonra bebekten bu sıvıya karışan hücreler besi yerlerinde üretilir ve incelenerek genetik olarak bir anormalliği olup olmadığına bakılır.


İşleme bağlı düşük, enfeksiyon, su kesesinin açılması, plasenta veya kordonun zedelenmesi, erken doğum riski, alınan sıvıdan istenildiği gibi hücre üretilememesi, sıvı almak için kullanılan iğnenin bebeğe zarar vermesi gibi riskler teorik olarak söz konusudur. Ancak bu risklerin olasılığı uzman kişilerin elinde % 1 'den fazla değildir.  Amniosentez gerekli olduğu durumlarda faydalı sonuçları ile henüz yerine başka bir testin olmadığı vazgeçilmez bir inceleme yöntemidir. Test için hiçbir ön hazırlık gerekmez. Karından iğne yardımı ile rahme ulaşmak acı veren bir durum değildir. İşlem lokal anesteziye bile gerek duyulmadan yapılır.   Hasta uygulama sonrasında yarım saat kadar dinlendirilir.


Amniyosentez sonuçları güvenilir midir ?
İyi bir laboratuar tarafından değerlendirildiğinde sonuçlara % 99.9 güvenilebilir.  Normal çıkan bir kromozom analizinin hatalı olma payı çok düşüktür. Anormal bir durum oluştuğunda ise nadiren KS (kordosentez) gibi bir yöntemle bu sefer bebekten kan örneği alınarak anormal durumun doğrulanması gerekebilir.  Tanıda problem yaratanlar kromozomlarda inversiyon, translokasyon, ya da mozaik gibi anormal durumlardır. Bunlar saptandığında doğacak bebeğin bundan nasıl etkileneceğinin önceden belirlenmesi mümkün olmayabilir. Anne ve baba adaylarından birinde aynı tip bozukluk varsa ve normalse, bebekleri de büyük olasılıkla normal olacaktır.






GEBELİKTE İDRAR KAÇIRMA
Ancak unutulmamalıdır ki kasık ağrıları bazen ciddi bir problemin habercisi de olabilir. Bu problemler idrar yolu enfeksiyonları veya  erken doğum tehdidi  nedeniyle oluşan ağrılar olabilir. Dolayısıyla aslında kasık ağrılarından rahatsız olan her gebe doktoruyla irtibata geçmelidir. Böylelikle sonradan telafisi mümkün olmayan gecikmelerden de kaçınılmış olacaktır. Eğer hissedilen ağrı ritmik bir ağrı ise, yani her düzenli ve belirli aralıklarla geliyorsa ve beraberinde rahminizde ya da karnınızda sertleşme ve toplanma hissediyorsanız, bu ağrıların erken doğum kasılmalarının yarattığı bir ağrı olma olasılığı yüksektir.


Nadiren görülen diğer kasık ağrısı sebepleri arasında her kadında her zaman görülebileceği gibi gebelikte de karşılaşılan yumurtalık kistleri, daha önceden var olan  myom içersine kanamalar, hatta apandisit gibi problemler de söz konusu olabilir.
Ciddi sorun yaratabilecek problemlerin dışında gebelikte görülen kasık ağrıları kas spazmlarına bağlı olabilir veya bebek hareketleri esnasında ortaya çıkan ağrılar da olabilir. Kas spazmları genellikle tek taraflı olurlar ve istirahatla geçip, hareketle birlikte ortaya çıkarlar.


Tekrar hatırlatmak gerekirse kasık veya karın ağrılarından rahatsız olan her gebe doktoruyla mutlaka temasa geçmelidir. Böylelikle sonradan  telafisi mümkün olmayan gecikmelerden de kaçınılmış olacaktır.




GEBELİKTE KANAMA


Gebeliğin ilk 30 haftasında % 22 ye varan kadında döl yolundan kanama görülebilir. Bunun % 10 kadarı ise ilk 8 haftada oluşur. Bu dönemde görülen hafif geçici kanamalar fizyolojik kabul edilir. Genellikle gelişen embriyonun döl yatağı duvarına yuvalanması sebebiyle meydana gelir. Bu durum ikinci veya sonraki gebeliklerini yaşayan kadınlarda, ilk kez gebe kalan kadınlara göre daha sık görülür. Bu duruma halk arasında üste görme adı verilir. Bu fizyolojik durum dışında; tüm gebelik boyunca herhangi bir dönemde oluşan, döl yolundan gelen kanamalar anormal olarak kabul edilmelidir.


Normal bir gebelik süresi ortalama 40 haftadır.  Bu süreyi kabaca ikiye ayırabiliriz.                           
1.Kısım : 20 hafta ve daha öncesi olan kanamalar                                                                      
2.Kısım  : 20 haftadan sonra olan kanamalar


Tüm gebeliklerin % 25 inde ilk 3 ayda kanama meydana gelir. Kanamanın adet kanamasından fazla olması, döl yolundan parçaların düşmesi veya kanamayla birlikte ateş ve karın ağrısının olması derhal tıbbi müdahale gerektiren durumlardır.


Gebeliğin ilk 3 ayında meydan gelen kanamalarda ilk akla gelen olasılık düşük tehdididir. Ancak her kanama düşükle sonuçlanmaz. Ağrı ile seyreden yoğun kanamalarda düşük olasılığı artar. Bu dönemde ultrasonografik olarak gelişmekte olan embriyonun kalp atışlarının görülmesi, gebeliğin sağlıklı olarak devam edeceğini % 90 – 97 garantiler. Anne yaşının ileri olması, embriyonun kalp hızının dakikada 90’dan az olması düşük olasılığını arttırır. Bu dönemde sağlıklı embriyonun kalp hızı dakikada 150 – 160 civarındadır. En uygun tedavi yatak istirahatıdır. Düşüğü önleyici amaçla progesteron içeren ilaçlar kullanılabilir. Ancak bunların faydalı olduğu yapılan çalışmalarda gösterilememiştir. Ancak üçten fazla düşüğü olan gebelerde progesteron kullanımı bazı durumlarda faydalı olabilir.


İlk 20 haftada görülen, döl yolundan olan kanamaların diğer sebepleri ise, dış gebelik ve üzüm gebeliğidir.


Dış gebelikte görülen vajinal kanama genellikle yoğun değildir. Birlikte kasık ağrısı olabilir.  Kasık ağrısı genellikle tek taraflıdır. Bu durumda tanı kanda gebelik testi ve ultrasonografik tetkiklerin birlikte kullanılması ile konur. Erken dönemde tedavi; bazı seçilmiş olgularda ilaçla yapılabilir, gebelik haftası ilerlemiş olgularda ise tedavi ameliyattır. Çok ilerlemiş dönemde şiddetli karın ağrısı ve iç kanama oluşur. Bu durum acil ameliyat gerektirir.


Halk arasında üzüm gebeliği olarak anılan duruma tıp dilinde mol gebeliği adı verilir. Birkaç çeşidi olmakla birlikte en sık görülen formu hidatiform mol’ dür. Üzüm taneleri büyüklüğünde çok sayıda parçanın düşürülmesi nedeniyle halk arasında bu ad verilmiştir. Bu kanamada genellikle ağrı yoktur. Tanı yine kan analizi ve ultrasonografinin birlikte kullanılması ile konur. Tedavisi döl yatağı içinin kürete edilerek gebeliğin boşaltılmasıdır. Bazen ek olarak ilaç tedavisi gerekir.


Gebeliğin ikinci yarısında görülen kanamalar (20. gebelik haftasından sonra) daha nadirdir. Tüm gebeliklerin % 4 ünde bu tip kanamalar görülür. Bu kanamaların az bir kısmı döl yatağı ağzı hastalıkları veya vajinal mantara bağlıdır.


Yine az bir kısmı da Plasenta Previa dediğimiz durumda olur. Plasenta Previa ’da bebeğin eşi döl yolunun ya tam ağzına yerleşmiştir, ya da ağza çok yakın bir yere yerleşmiş bulunmaktadır. Bu durum genellikle 34. gebelik haftası civarında kanamaya yol açar. Bu dönemde döl yatağı ağzı nispeten incelmeye ve açılmaya başlamıştır. Bu açılma sırasında burada yerleşmiş olan plasentada kısmi olarak yerinden ayrılarak kanamaya yol açar. Bu durum daha ziyade çok sayıda doğum yapmış, ileri yaştaki gebelerle, daha önce çok sayıda sezaryen geçirmiş gebe kadınlarda görülür. Tedavisinde yatak istirahatı ve döl yolu ağzının açılmasını engelleyici ilaçlar kullanılır. Bazen gebeye kan verilmesi gerekebilir.
Gebeliğin ikinci yarısında en sık kanamaya yol açan durum ise Ablatio Plasenta dır. Bebeğin eşinin yerinden erken ayrılması ile oluşur. Bu kanama yoğun miktarda olur. Karın ve kasık ağrısı ile birlikte seyreder. Hem annenin hem de bebeğin hayatını tehdit eden çok ciddi bir problemdir. Gebelik tansiyonu olan, sigara içen, karın bölgesine sert darbe alan gebelerde sık görülür. Acilen hastaneye başvurularak gebenin tedavi altına alınması gerekir.


Bir de halk arasında nişane denilen normal doğum eyleminin başlaması ile birlikte gelen kanlı ve sümüksü bir akıntı olur. Bu durum doğumun başladığının habercisidir. Döl yatağı ağzı rahim kasılmalarına bağlı olarak açılmaya başlar. Açılmanın olduğu bölgede ince damarlara çatlayarak kanamaya yol açar. Buradaki kanama az miktardadır.
Rahimde şekil bozukluğu olan gebelerde vajinal kanamanın olması erken haftalarda düşüğün, geç haftalarda ise erken doğumun habercisi olabilir. Bu durumda derhal doğum hekimine başvurulmalıdır.


GEBELİKTE SAÇ DÖKÜLMESİ


Gebelik sırasında bazen saç dökülmesinde artış görülebilir. Normalde saçların % 90 ı büyüme ve % 10 u dinlenme periyodundadır. Dinlenme dönemindeki saçlarda 2–3 ayda bir dökülme olur ve yerine yeni saçlar çıkar. Ancak gebelik sırasında dinlenme dönemindeki saçların oranında bir artma görülür ve bu da saçların dökülmesinde bir artış ile kendini gösterir. Gebelerin % 40–50 sinde görülen bu saç dökülmesi geçici olup, doğum sonrası 6–12. aylarda normale dönmeye başlar. Aslında gebelik sırasında artan östrojen hormonu saçların dökülmesini önlediği için esas saç kaybı doğumdan sonraki ilk 3 ay içerisinde gerçekleşir.  Ancak bazı kadınlarda bu gebelik sırasında da olabilmektedir.   İster gebelik sırasında olsun veya doğum sonrasında olsun, bu saç kaybı geçici olup, kelliğe yol açmaz.


Önlem olarak saçların çok gerilmemesi, fön çekilmemesi, sert tarak kullanılmaması, ıslak iken saçların gerilmesine neden olabilecek ince aralıklı tarakların kullanılmaması, saç kurutucularının soğuk ayarda kullanılması gibi tedbirlerin dışında, biotin ve silica içeren şampuanların kullanılması önerilmektedir. Ayrıca multivitamin kullanımı saç dökülmesini azaltabilir.




GEBELİKTE UYKUYA MEYİL


İlk 3 aylık dönemde uyuma isteği ve yorgunluk hissi çok sık rastlanan bir yakınmadır. Gebelikte bir miktar tansiyon (kan basıncı düşmesi ve hormonal değişikliklerin etkisiyle özellikle çalışan anne adayları uykuya meyli daha belirgin yaşarlar. Vücudunuzun gebeliğe uyumu sırasında gelişen bu durum, bir hastalık belirtisi değil, tamamen normal bir süreçtir. Gebeliğin 3. ayından itibaren tekrar eski uyku düzeninize kavuşacağınızı bilmelisiniz. Gebeliğinizin son dönemlerinde ise rahmin aşırı büyümesi, yatakta rahat dönememe, nefes darlığı nedeniyle uyuma güçlüğü yaşayabilirsiniz. Bunun sebebi sık idrara gitmek veya bebeğinizin artan hareketleri de olabilir.
Ilık bir duş, ılık bir içecek, kitap okumak gibi çözümler yararlı olabilir. Özellikle gece yatmadan önce uykunuzu kaçırabilecek çay, kahve, kola gibi içeceklerden kaçınmalısınız. Gebeliğinizin son dönemlerinde endişelere bağlı uyku problemleri, korkutucu rüyalar gibi yakınmalar görülebilir.
Uykusuzluk probleminizi mutlaka doktorunuzla görüşünüz.




GEBELİKTE GÖĞÜSLERDE GERİLME


Göğüslerde büyüme, gerilme hissi ve süt gelmesi. Memelerdeki tüm bu değişimler hormonların etkisi ile olmaktadır. Göğüslere gelen kan akışı hızla artar, ayrıca gebelik ilerledikçe prolaktin (süt üretme hormonu), östrojen ve progesteron hormonlarının artışına bağlı olarak süt kanalları büyür ve gelişir. Bu da gerilme ve duyarlılık hissine neden olur. Bazı anne adaylarında son aylarda (20. haftadan itibaren) göğüslerden süt akışı olabilir. Bu durumda göğüsleri sıkmamak gerekir, olağan bir durumdur 


GEBELİKTE BEBEKTE GELİŞME GERİLİĞİ


İntra uterin (Rahim içi) gelişme geriliği (İUGG) terimi genel tanım olarak doğum anında bebek ağırlığının gebelik haftasına göre olması gerekenin %10 ve daha fazla altında olmasıdır. Bir başka deyişle miadında (zamanında) yani 37 haftayı tamamlamış olarak doğan bebeklerde doğum ağırlığının 2500 gramın altında olması anlamına gelir.  Gelişme geriliği gebeliklerin ortalama olarak %5'inde görülür. İUGG 'de bebek, anne rahminde gerekli gelişimini ve kilo alımını yapamamıştır. Bebek hayatı ve gelişimi ciddi bir risk altındadır.


Tek başına düşük doğum ağırlıklı bebek İUGG tanısı koydurmaz. Bazı bebekler gebelik haftalarına göre düşük doğum ağırlıklıdır, ancak bu durum herhangi bir gebelik probleminden ileri gelmemektedir. Bebeğin boyutları büyük oranda anne ve babadan gelen özelliklerle belirlenmektedir. Elbette 60 kilo ağırlığında ve 160 cm boyundaki bir babanın ve benzer şekilde minyon olan bir annenin çocukları normal standartların daha altında görüneceklerdir. Bu tür bebeklere konstitüsyonel yani yapısal olarak küçük bebek adı verilmektedir. Böyle durumlarda bebeği riske sokacak bir durum söz konusu değildir.


 İUGG 'de  ise bebek normalde daha büyük olacakken bazı hastalıklar veya sorunlar nedeni ile gelişimi kısıtlanır. Gelişimi kısıtlanmış bebek ise anne karnında, doğum anında ve doğum sonrası dönemde ciddi risklerle karşı karşıyadır. Neden bebekte gelişme geriliği oluşur? İntrauterin (rahim içi) gelişme geriliği gebelikte olabilecek bazı sorunlardan kaynaklanmaktadır. Bu sorunlar anneye veya bebeğin kendisine bağlı olabilir.   Anneye bağlı nedenler vakaların %80 'inden sorumludur. Bu durumda bebekte genellikle asimetrik bir gelişme geriliği görülür. Asimetrik gelişme geriliğinden kasıt bebeğin karın çevresinin kafa ve bacak uzunluğuna göre az olması yani bir başka deyişle bebeğin olması gerekenden zayıf olmasıdır.


Asimetrik gelişme geriliğinin nedenleri:  
1. Annede damarsal hastalıklar en sık karşılaşılan durumdur. Annedeki hipertansiyon, preeklampsi ve diyabet bebeğin gelişimini bozma potansiyeline sahiptir. 
2. Plasentaya ait hastalıklar da İUGG sebebi olabilir. Plasenta previa ve plasentadaki yoğun infarktlar bebeğin beslenmesini bozarak gelişme geriliğine neden olabilmektedir.
3. Annenin sigara içimi, annede beslenme yetersizliği, çoğul gebeliklerin bir kısmı ve ileri düzeyde kansızlık da İUGG nedeni olabilir.


Bebeğe ait nedenler ise vakaların yaklaşık %20'sinde görülür. Genellikle simetrik gelişme geriliğine neden olur. Tüm vücut ölçümlerinde eşit oranda gerilik söz konusudur.


Simetrik gelişme geriliğine yol açan sebepler genel bir kural olmasa da çoğunlukla daha ciddi sebeplerden kaynaklanır.
1. Bebeğe ait anomaliler: kalp anomalileri, kromozom anomalileri (down sendromu, trizomi ), santral sinir sistemi anomalileri
2. Bebeğin rahim içerisinde geçirdiği viral enfeksiyonlar da İUGG nedeni olabilir.

Tanı nasıl konur? Devam etmekte olan bir gebelikte gelişme geriliğinin tanınması zordur. İlk önce rutin gebelik takiplerinde anne adayının öyküsünde düşük doğum ağırlığına neden olabilecek faktörler araştırılır. Anne adayı daha önce gelişme geriliği olan bebek doğurmuşsa, yüksek tansiyon, diyabet gibi hastalıkları veya sigara kullanımı varsa İUGG açısından dikkatli olmak gerekecektir. Daha önceden İUGG 'li bebek doğurmuş olmak en büyük risktir.  Böyle hastalar bebeğin gelişimi açısından yakın takibe alınır. Rutin gebelik muayenelerinde rahmin beklenenden küçük olması veya annenin kilo alımının yetersiz olması da İUGG 'yi düşündürür.


İUGG tanısında en büyük yardımcı ultrasondur. Özellikle İUGG gelişimi açısından risk saptanmış gebeler, gebeliğin erken dönemlerinden itibaren bebek gelişimi açısından seri ultrasonografik takiplere alınmalıdır. Gebeliğin hemen başında yapılan ultrason ile gebelik yaşı ve tahmini doğum tarihi doğru bir şekilde saptanmalıdır. Zira daha geç haftalarda yapılan ultrason ile gebelik yaşı tam olarak saptanamamakta gerekli girişim için bazen geç kalınabilmektedir. Ultrasonografik olarak bebeğin baş çapı, baş çevresi, baş çevresi/karın çevresi oranı, uyluk kemiği uzunluğu ölçümleri ve ayrıca bebek ağırlığı ölçümü vb yapılır. Bu ölçümlerde gebelik haftasına göre bir küçüklük saptanması durumunda İUGG 'den şüphelenilmelidir. 


Asimetrik İUGG 'nin en çok karşılaşılan sebebi bebek ile anne arasındaki kan dolaşımının bozulmasıdır. Renkli doppler ultrasonografi ile kan damarlarından geçen kanın akım özellikleri tespit edilebilir. İUGG'li bebekte kan dolaşımı bozulmuştur ve bu durum Doppler ile saptanabilir. Doppler ultrason ile damardaki direnç artışının ortaya konması dolaylı olarak bize kan dolaşımına karşı bir direnç artışı olduğunu gösterir. Anneden bebeğe kan getiren rahim atardamarında, gebelik ilerledikçe bebeğe daha çok kan gelebilmesi için 24–26. haftaya kadar dirençte düşüş olmaktadır. Bu direncin beklenenden yüksek devam etmesi preeklampsi ve İUGG riskini arttırmaktadır. Bebekle plasenta arasında göbek kordonu içerisindeki ve bebeğin beyin damarlarındaki dalga şekli bozuklukları, bebekteki dolaşım bozukluğunu saptayabildiği gibi dolaşım bozukluğunun şiddetini de belirleyebilmektedir.
Bebekte gelişim geriliğini açıklayacak bir damarsal problem yoksa olabilecek doğumsal anomaliler açısından ayrıntılı bir ultrason taraması yapılmalıdır. Gerektiğinde amniyosentez yapılarak bebeğin kromozom yapısı araştırılır.
Ayrıca bebekte olabilecek enfeksiyonlar da (toxoplasma, CMV, Rubella) araştırılmalıdır.Hasta takibi ve tedavi İUGG tanısı konmuş bir gebelikte temel problem bebeğin anne karnında ölme riskinin olmasıdır. Ancak bebek bu risk nedeni ile vaktinden önce doğurtulursa da prematürite nedeni ile doğum sonrası dönemde kaybedilebilir. Bu nedenle bebeğin doğum zamanına karar vermek önemlidir.


İlk önce önlenebilir bir İUGG nedeni varsa bu ortadan kaldırılmalıdır. Anne sigara içiyorsa bırakması gerekmektedir. Hipertansiyon, düzenli yatak istirahatı ve gerekirse tıbbi tedavi (İlaç) ile düzenlenir.


Bebeğin anne karnındaki gelişimi ve iyilik hali düzenli ve sıkı bir takibe alınır. Ultrasonografi ile bebeğin gelişim parametreleri ölçülür, kilo alımı takibe alınır. Ayrıca bebeğin içinde bulunduğu amniyotik sıvının azalması da ciddi risk altında olduğunun başka bir göstergesidir. Aynı şekilde renkli Doppler ölçümleri düzenli olarak yapılır. Anne karnındaki bebeğin kalp atımları NST (fetal monitör) ile takibe alınır. Tüm bu testlerin kombine edildiği Biyofizik Profil skorlaması seri olarak yapılır. Gelişme geriliğinin şiddeti bu testlerin yapılma sıklığını belirler.Bu sıkı takip sonunda bebeğin doğduğunda yaşayabilecek aşamaya gelmesi veya bebeğin anne karnında kalmasının riskli olduğunun saptanması durumunda doğuma karar verilir. İUGG 'li bebeklerin doğumu da risklidir. Zaten sınırda olan bebek kan dolaşımı doğum sancıları sırasındaki rahim kasılmaları ile iyice bozulabilir ve bebek kalp atışları yavaşlayabilir (bradikardi). Bu nedenle bebek kalp atışları sıkı takibe alınarak doğum izlenir. İUGG 'li bebeklerde bu nedenle çoğunlukla sezaryen tercih edilmektedir.


GEBELİKTE MYOM


Miyomlar Rahim düz kas dokusundan kaynaklanan ve "iyi huylu" olarak kabul edilen urlardır.  Kadınlarda oldukça sık olarak (20-25) görülürler ve bu nedenle de gebelik döneminde de doğal olarak sıkça rastlanırlar. Genellikle yuvarlak pembemsi renktedirler ve rahim içinde her yerde bulunabilirler. Sıklıkla bir tane olmalarına karşın daha fazla sayıda da olabilirler.   Anne adayının yaşı ilerledikçe gebelikte miyom görülme olasılığı da artar.
Miyomlar rahim iç tabakasıyla komşu olabilirler ve rahim iç boşluğuna doğru büyüyebilirler(submüköz denilen tip), veya rahim kası içinde yerleşmiş olabilir (intramural adı verilen tip), ya da rahimin dışına doğru yerleşmiş ve büyümüş olabilirler (subseröz adı verilen tip).


Myomlar yerleşim yerine ve büyüklüğüne göre kadının gebe kalmasını ya da gebe kaldıktan sonra rahimin gebeliği son döneme kadar taşımasını zorlaştırabilirler.   Örneğin rahimden çıkan tüpleri tıkayarak spermin ve yumurtanın geçişini güçleştirebilir ya da rahim iç zarının düzenini bozarak döllenmiş yumurtanın rahime yerleşmesini engelleyebilir.   Myom büyümeye devam ettikçe üzerindeki tabaka gerilir ve kanlanması bozulur.  Bu durumda gebelik ürününün rahimde yerleşse bile yeterli derecede kanlanması mümkün olmaz ve gebelik düşükle sonuçlanabilir.


Gebelik oluştuktan sonra gebelik ürününü bekleyen diğer bir problem de myom nedeni ile bebeğe yeteri kadar büyüyecek yer kalmamasıdır. Bu durumda ise erken doğum riskinin belirgin olarak arttığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla miyomu olduğu bilinen bir anne adayının daha yakın takibi gerekir  Myom tanısı gebelik öncesi dönemde yapılan jinekolojik bir muayenede konulabileceği gibi gebelikte erken dönemde yapılan değerlendirmede de konur.


Miyomların gebelikte ortaya çıkardığı riskler nelerdir?
Gebelikte miyomların ortaya çıkardığı riskler genel anlamda miyomun rahim içersinde yerleştiği yere ve miyomun boyut ve sayısına bağlıdır.   Özellikle submüköz veya intramural yerleşimli olanlar tekrarlayan düşüklere, erken doğum tehdidine, bebeğin normal yerleşimi olan baş aşağı dışında anormal bir pozisyonda yerleşmesine, plasentanın (çocuğun eşi) erken ayrılmasına (ablasyo), rahimin kasılmasını engelleyerek doğum sonrası aşırı kanamaya da neden olabilirler.   Yukarıda sayılan durumların çoğu sezaryan ile doğum gerektirdiğinden miyomu olan anne adaylarında sezaryanla doğum olasılığı artar. 


Miyomlar östrojen hormonuna bağlı olarak gelişme gösterdiklerinden gebelikte artan östrojen salgısının etkisiyle genellikle büyümeye eğilimlidirler. Özellikle ilk tanı konuduğunda 6 cm. ve daha büyük olan miyomlar gebelikte daha çok büyüme eğilimi gösterirler.


Bazen hızlı büyüme neticesinde miyom yeterince beslenemediğinden dolaşımı aksar ve miyomda dejenerasyon ("bozulma") denen durum ortaya çıkar. Bu durum kendini karında ve özellikle de miyomun bulunduğu bölgede ağrı şeklinde belli eder. Bu ağrı bazı durumlarda apandisit, plasentanın erken ayrılması ve erken doğum tehdidi gibi durumlarla karışabilir. Miyomda dejenerasyon en sık 20-22. haftalar arasında görülür ve doğum eyleminin başlamasına neden olabilir.


Gebelik öncesinde miyom tanısı konması durumunda ne yapılır?
Gebelik döneminde en sık sorun yaratan miyomlar submüköz adı verilen rahimin içersine doğru büyümüş olanlar olduğundan bu tür miyomlar saptandıklarında genellikle gebe kalınmadan cerrahi yolla çıkarılması tercih edilir. Bunun için histeroskopi (vajinadan ulaşım) ya da açık cerrahi (karın yolundan ulaşım) teknik uygulanabilir. 


İntramural ya da subseröz olanlar arasından ise özellikle kanama ve diğer ciddi belirtilere neden olanlar ve büyük çaplı olanlar mümkünse gebelik öncesinde çıkarılmalıdır. Miyom çıkarılması için uygulanan operasyonlar ameliyat sonrası yapışıklık ve buna bağlı olarak da tüplerde tıkanıklığa yol açabileceklerinden gebelik öncesi dönemde miyom operasyonu yapma kararı verilirken çok dikkatli olunmalıdır.Daha önceki bir gebelikte miyoma bağlı olarak ortaya çıktığı düşünülen bir durumun varlığında (önceki gebelikte başka nedene bağlanamayan erken doğum, plasentanın erken ayrılması gibi), yeni bir gebelik öncesinde miyomun çıkarılması uygundur.


Gebelikte miyom tanısı konduğunda ne yapılır?
Gebelik döneminde miyom tanısı konmuş anne adayları tüm gebelik boyunca daha yakından takip edilir. Miyomu olan anne adayının her karın ağrısı şikayetini mutlaka doktoruna bildirmesi gerekir. Miyoma bağlı oluşabilecek istenmeyen durumların bebek ve anne adayına zarar vermemesi için anne adayının bu konuda duyarlı olması önemlidir.Gebelikte miyoma bağlı olarak oluşan en sık istenmeyen durum dejenerasyon ("bozulma") ve buna bağlı olarak oluşan ağrıdır. Bu, yaklaşık %10 oranında gözlenir. Diğer ağrı nedenleri (apandisit, plasentanın erken ayrılması (ablasyo), erken doğum tehdidi gibi) de araştırıldıktan sonra, dejenerasyona bağlı olduğu düşünülen ağrı, ağrı kesicilerle tedavi edilir.


Devam eden bir gebelikte miyom çıkarma operasyonları çok ender olarak uygulanırlar.
Myom ile gebeliğin bir arada bulunduğu durumlarda bir diğer sorun da myom nedeni ile doğum esnasında rahimin yeteri kadar kasılamamasıdır. Bebek doğum kanalına uygun şekilde giremez ve bu tür hastalarda büyük olasılıkla sezaryen gerekir. Doğum kanalını tıkayan myom varlığında ise sezaryen tek doğum şeklidir. Doğumdan sonra ise rahim kasılmalarının etkisiz olması nedeni ile fazla miktarda kanama da görülebilir.Sezaryan operasyonu esnasında miyom çıkarılması çok küçük ve dışa doğru büyümüş saplı myomların dışında aşırı kanamaya neden olabileceğinden genelde tercih edilmez.Daha önceden miyom operasyonu geçirmiş tüm anne adaylarında özellikle çok şiddetli ağrı ve diğer bulguların varlığında nadir bir olasılık olsa da uterus rüptürü (rahimin yırtılması) da ayırıcı tanıda düşünülmelidir.


Daha önce miyomektomi operasyonu (miyom çıkarılması) geçirmiş anne adaylarında doğum şekli nasıl olmalıdır?
Operasyon esnasında rahimin tabakası hasar gördüğünden normal doğumda oluşan rahim kasılmalarında yırtılma riski söz konusu olabileceğinden çok büyük çoğunlukla sezaryan ile doğum tercih edilir. Bazen anne adayı normal doğum yapabilir, ancak rahimde yırtılma düşündüren en ufak bir bulguda bile sezaryana dönülebileceğini bilmelidir.




GEBELİKTE RADYASYON TEHLİKESİ


Hamilelikte röntgen çekilmesi zararlı mıdır?  Radyoaktif ışınlar olan X-ışınları ya da yaygın adı ile röntgen ışınları kullanılarak çekilen filmler ile tomografi gibi yine X ışını kullanan yöntemler vücudumuz içersindeki problemlerin saptanmasında son derece yararlı bilgiler veren yöntemlerdir.   Ancak röntgen filmlerinin de potansiyel tehlikeleri mevcuttur.  Bu tehlikeler hamile olmayan olan kişiler için olduğu gibi özellikle gebeler için geçerlidir.   İyonize radyasyon hızlı bölünen ve çoğalan hücreler üzerinde daha fazla tahrip edici etkiye sahip olduğu için gelişmekte olan fetus üzerinde zararlı etkileri vardır. Ancak bu zararlı etkilerin doz ve süreye bağlı olduğu unutulmamalıdır.   Yapılan araştırmalarda fetusa zararlı olabilecek radyasyon dozunun asgari 50 miligray olduğu, fetusun bu miktarın altında radyasyona maruz kalması durumunda ise zarar görme olasılığının son derece uzak olduğu ortaya konmuştur. Aslında 50 miligray çekilen basit filmler ile ulaşılamayacak oldukça yüksek bir dozdur.


Örneğin en sık karşılaştığımız sorulardan biri olan hamilelikte diş röntgeni konusuna baktığımızda ağızda çekilen tam 20 adet film neticesinde bebeğe ulaşan radyasyon dozu anne adayının doğadan güneş ışınları vb. ile 3 günde aldığı dozdan daha azdır. Bu kadar düşük bir dozun bebekte kalıcı hasara neden olması ve ilerki dönemde kansere yol açması yok denecek kadar düşük bir olasılıktır.  Bir başka örnek ise sıradan bir . Hamile bir kadın akciğer filmi çektirdiğinde bebeğin bulunduğu karın bölgesine ulaşan radyasyon dozu ortalama 1 miligray civarındadır ve bebek için riskli olabilecek dozdan yaklaşık 50 kez daha azdır.   Dolayısıyla tek bir akciğer filmi çekildiği için gebeliğinin sonlandırılmasında hiçbir gerekçe yoktur.   Benzer şekilde değişik filmlere ait fetusa gelebilecek dozlar aslında belirlenmiştir. Burada her bir film için doz risklerinden bahsedilmeyecektir.


Ancak elbette gebelikte film çekilmesi uygun bir şey olmasa da böyle bir hata yapıldığında paniğe kapılmamanız ve hekiminizle görüş alışverişinde bulunmanız gerekir.


ERKEN DOĞUM RİSKİ


Gebeliğin 37. haftasından önce, yani henüz rahim dışında yaşamak için yeterli olgunluğa ulaşmamış bir bebeğin istenmeyen şekilde dünyaya gelmesine erken doğum adı verilir. Gebeliğin 20. haftasından önce gerçekleşen doğumlara ise düşük adı verilir.
Bu dönemde yani 37. haftadan önce doğum ağrılarının başlaması erken doğum tehdidi olarak adlandırılır.  Tüm gebelikler içinde yaklaşık olarak %10'unda bu durum gözlenir. Yenidoğan bebeklerdeki ölüm ve problem yaşamanın en başta gelen sebebi erken doğumdur.  Bu bebeklere prematür bebek denmektedir.


Prematüre bebeklerin en önemli sorunu, akciğer gelişimlerindeki yetersizlik sonucu solunum zorluğu yaşamalarıdır. Ayrıca bebek ne kadar erken dünyaya gelmişse, santral sinir sistemi ile ilgili sorun riski de o kadar fazladır.
Erken doğum ile dünyaya gelen bebeklerin yaşama ilişkin riskleri, gebelik haftası ilerledikçe azalır. Son yıllarda prematüre bebek bakımındaki gelişmeler de oldukça fazladır ve çok erken doğmuş bebeklerin bile yaşam şansları giderek artmaktadır.
Ancak, tüm dünyada prematüre bebek doğumları halen ciddi problemleri beraberinde getirmektedir. Ve bu bebeklerin bakımı, gelişebilecek komplikasyonların giderilmesi için gereken tıbbi bakım masrafları da oldukça fazladır.


Erken doğumun sebepleri nelerdir?
Genellikle erken doğum eyleminin birden fazla sebebi olduğu ve birden fazla mekanizma ile başladığı düşünülmektedir.   Bebeğe ait nedenler arasında en başta çoğul gebelik, bebeğin eşinin (plasentanın) erken ayrılması, bebeğin içinde bulunduğu suyun fazlalığı veya azlığı söz konusu olabilir.   Anneye ait nedenler arasında ise 17 yaş altında 34 yaş üzerinde gebe kalma, gebelikte tansiyon yükselmesi, boya göre aşırı kilolu ya da aşırı zayıf olma, alt genital sistemdeki enfeksiyonlar, gebelikteki değişik sebeplere bağlı kanamalar, rahim anormalileri, sık aralıklı gebelikler, annenin akciğer, kalp, böbrek, karaciğer gibi değişik sistemik hastalıkları olması, kansızlık, ağır beslenme yetersizliği, sigara ve alkol içimi, ruhsal bunalımlar, yaşanan yoğun stress ve üzüntüler ve ağır çalışma koşulları sayılabilir.


Görülmektedir ki erken doğum sebebi olabilecek pekçok sebep olabilmektedir. Ancak bazen de bulunabilir hiçbir sebep olmadan erken doğumlar ortaya çıkabilmektedir.  En önemli noktalardan birisi daha önceki gebeliğinde ya da gebeliklerinde erken doğum riski yaşamış olan gebelerin bu gebeliklerinde belirgin risk altında olduklarının bilincinde olmalarıdır.


Erken doğumun belirtileri nelerdir ?
Erken doğum belirtilerinin başında düzenli rahim kasılmaları ve bunların fark edilmesi gelmektedir.   Rahimde kasılmayı karnınıza koyduğunuz parmaklarınızla hissedebilirsiniz. Bu his karın duvarında rahminizin toplanma ve sertleşme hissi veya her zamankinden daha gergin bir hal alması şeklinde olabilir.   Özellikle sertleşmeler belirli aralıklarla tekrarlayan şekilde ise önemlidir. Başlangıçta rahatsızlık hissi uyandırmayacak şekilde ağrısızdırlar. Saatte 3-4'den fazla sayıda olduklarında en kısa sürede mutlaka doktorunuza bilgi vermelisiniz.  Unutulmamalıdır ki erken doğumu engellemede başarı, erken saptanmasına bağlıdır.


Diğer belirtiler;
• kasık bölgelerinde adet sancısına benzer kramp tarzı ağrılar,
• alt sırt veya bel bölgesinde ağrılar,
• vaginal lekelenme veya kanama,
• vaginal akıntıda sulu bir artış,
• aşağıya doğu baskı hissi.


Erken doğum eyleminin tanısı, kesin olarak rahim kasılmalarının saptanması ile konur. Gebeliğin 37. haftasından önce, en az yarım saatlik bir gözlemde her 10 dakikada bir 2 kasılmanın elle saptanması tanı koydurucudur. Kasılmalar eğer elle saptanamıyor ya da emin olunamıyorsa karın duvarı üzerinden sensör ile yapılan Uterin Monitör Testiyle (Tokografi) rahatlıkla saptanabilir


Gebede erken doğum riski saptandığında ne yapılmalıdır?
En başta gebe yatak istirahatına alınmalı ve sıvı alımı artırılmalıdır.  Ardından erken doğum eylemine sebep olabilecek herhangi bir faktörün olup olmadığı araştırılmalı ve eğer saptanırsa bir an önce tedavi edilmelidir.   Acil doğum gerektiren bazı durumlar dışında tıbbi tedavi ile erken doğum eyleminin durdurulması veya geciktirilmesi mümkündür   Buna yönelik olarak kasılmalarının durdurulması amacıyla çeşitli tedavi yöntemleri, ve eğer gerek görülürse bebeğin akciğer olgunlaşmasını sağlayıcı ilaçlar gebeyi takip eden hekim tarafından uygulanır.


Rahim kasılmalarını durdurulması amacıyla verilen tedaviye tıp dilinde tokoliz adı verilir   Tokoliz için kullanılabilen çeşitli ilaçlar mevcuttur. Bunlar kas gevşetici etkileri olan;
• ß agonist ajanlar (terbutalin, ritodrin),
• magnezyum sülfat,
• kalsiyum kanal blokerleri,
• prostoglandin denilen kasılma yaratıcı kimyasal maddelerin etkisini önleyen indometazin grubu ilaçlar kullanılabilir.


Her bir grup ilacın çeşitli yan etkileri söz konusudur.  Dolayısıyla tokoliz uygulaması çok da sıradan bir tedavi değildir. Bu nedenle özellikle intravenöz (damar yolu ile) tedavi hastanede doktor gözetiminde uygulanır.   Özellikle en sık kullanılan grup olan ritodrin grubu ilaçlarda; kalp atım hızında artış, tansiyon düşüklüğü, nefes darlığı oluşabilir. Bu yan etkiler ciddi boyutlarda olabilir ve tedavinin kesilmesini gerektirebilir.   Anne adayında kalp hastalığı, diabet, hipertansiyon, hipertiroidi varlığında genellikle uygulanmaz.


Kasılmalar bu tedavi seçeneklerinden biri uygulandıktan sonra tamamen durursa genellikle ağızdan tablet ile tedaviye devam edilerek anne adayı kasılmalar konusunda iyice bilgilendirilip, evde izleme devam edilebilir.   35-36. gebelik haftasından sonra genellikle ilaç tedavisine son verilir.   Erken doğum riski nedeniyle tedavi gördükten sonra taburcu olan gebeler mutlaka sıkı takibe alınmak koşulu ile evine gönderilmelidir.   Erken doğum açısından risk taşıyan (örneğin daha önce erken doğum yapan, rahim ağzı yetmezliği olduğu bilinen ya da ikizi gebelik taşıyan anne adayları gibi) gebelerin 24. haftadan başlayarak belirli aralıklarla rahim ağzının boyunun ölçülmesinde fayda vardır.   Ayrıca belirgin risk taşıyanlarda yine bu dönemlerde rahim ağzından kültür alınarak gerekli tedavinin uygulanması da yine koruyucu önlemler arasındadır.


DOĞUŞTAN ANORMALLİKLERİN TESBİTİ


Doğuştan meydana gelen sakatlıklar veya anormallikler genel anlamda iki şekilde oluşmaktadır;  Bunlardan birincisi; Anne veya babada genetik yapıda bir olumsuzluk söz konusudur. Genlerde mevcut olan bu durum anne ve babadaki kromozomlar aracılığıyla bebeğe geçmekte ve bebeğin sakat doğmasına yol açmaktadır.   Bu tür sakatlıklar, o çiftin her gebeliğinde ortaya çıkabileceği gibi, hiç çıkmama ihtimali de vardır. Kendiliğinden meydana gelen sık düşükler veya ailede daha önce meydana gelmiş sakat bebek mevcudiyeti, bu ihtimalin düşünülmesini ve genetik araştırmanın yapılmasını gerektirmektedir.


Tüm gebelikler içerisinde Majör Malformasyon adını verdiğimiz ve düzeltilmediği taktirde yaşamı olumsuz etkileyebilecek şekilde sakat bebek doğma riski %2-3 civarındadır.  Akraba evliliklerinde ise bu tür hastalıkların ortaya çıkması için uygun bir ortam oluşturduğundan risk oranının arttığı görülmektedir. Çünkü bu hastalıkların genel toplum içinde farklı ailelerden gelen kadın ve erkeklerde görülme oranı çok düşüktür. Ancak akrabalar arasında görülme oranı ise çok daha yüksektir. Bunun sonucunda hem anne hem de babada aynı hastalıklı gen bulunacağından, şifrelenme (kromozom) yoluyla bebeğe aktarılması sağlanacak ve bebeğin engelli doğmasına sebep olacaktır.


Özellikle "birinci derece akraba" evliliğinden kaçınılması, akraba evliliği yapmış olanlar ise mutlaka genetik araştırmalarını yaptırmaları gerekir.  Diğer bir durum ise anne ve babada genetik hastalık yaratacak herhangi bir etken mevcut değilken, sadece o gebelikte bebeğin kromozomlarında bozukluk yaratan faktörlerin mevcudiyeti rol oynamaktadır.


Bunun haricinde, gebeliğin ilk üç ayında; gebeliğe zararlı olduğu belirlenmiş ilaçların alınması, röntgen ışınlarına maruz kalınması, özellikle gebeliğin ilk üç ayında mikrobik hastalıklardan kızamıkçık, sitomegolovirüs, frengi, kabakulak, suçiçeği, grip, toksoplazma gibi bazı hastalıkların geçirilmesi sonucu genlerde bozukluk oluşarak anne karnındaki bebeklerin sakat doğmasına sebep olabilir.


Doğuştan engellerin bazılarında ise yukarıda belirtilen etkenlerin hiçbirisi bulunmayabilir. Gebeliğin ilk üç ayı içerisinde meydana gelen düşüklerin incelenmesinde, bu bebeklerin yaşama şansı olmayacak kadar ciddi genetik bir engele sahip oldukları ortaya çıkmıştır.


Down Sendromu Nedir ?
Down Sendromu, insanın en küçük yapıtaşı olan kromozomların sayısının farklı olmasından ileri gelen bir sorundur. Sağlıklı her insanın hücrelerinde toplam 46 tane kromozom mevcuttur. Bu kromozomlar; kadında 46 tane "X", erkekte ise 45 tane"X" ve 1 tane de "Y" kromozomu olarak bulunmaktadır. İnsan hücrelerinde bulunan toplam 46 tane kromozom, bilimsel anlamda 1 den 46 ya kadar numaralandırılmıştır. Down Sendromunda ise 21 numaralı kromozoma ilave olarak 1 kromozom daha bulunmaktadır. Bu kişilerde 2 tane 21 kromozom olduğundan toplam kromozom sayısı 46 yerine 47 tane olmaktadır. Buna benzer başka isimlerle anılan 18 ve 13 üncü kromozom fazlalığı ile beraber olan farklı sendromlar da mevcuttur.


Hayatla bağdaşan ve en sık rastlanan genetik bozukluk olan Down Sendromunun ortaya çıkmasında annenin yaşı çok önemlidir.   Canlı doğumlarda görülme sıklığı yaklaşık 1/850 dir. Bu sıklık, 20 li yaşlarda 1/1500 iken, 45 yaşında 1/28 kadar yükselmektedir. Down Sendromlu bebeklerin yaklaşık % 30-35 inde ağır derecede kalp rahatsızlığı ve %15 inde de başta oniki parmak bağırsağında tıkanık ve mide barsak sistemi ile ilgili diğer engeller bulunmaktadır.


Anne rahmindeki bebekte, Down sendromu olma riski anne yaşı ile artmaktadır. Önceleri tarama testi yapılırken annenin yaşı gözönüne alındığında, 35 yaştan gün almış olan kadınların Down sendromlu bebek doğurma riskinin 1/270 olarak bilindiğinden, bu kadınlara anne karnındaki bebeğin bulunduğu keseden su numunesi alınarak (amniyosentez) kromozom tetkiki önerilmekteydi. Bu konuda yapılan çalışmaların başlıca amacı, mümkün olduğunca annelere az müdahale yaparak yüksek teşhis yeteneklerine sahip bir test geliştirmektir. Daha eski olan ve Üçlü Test olarak adlandırılan test ile daha güncel olan 11-14 haftaları arasında yapılan "İlk üç ay Down Sendromu" tarama testi bu amaçla kullanılan testlerdir.


11-14 ncü gebelik haftaları arasında yapılan Tarama Testi:
Bu testin Down Sendromlu bebekleri ortaya çıkarma duyarlığının % 90 civarında olduğu bildirilmektedir. Kullanılan parametrelerden biri gebeliğin 11-14 ncü haftaları arasında, bebeğin ense derisi altında bulunan sıvı birikimi ile meydana gelen ense kalınlığının ölçülmesi, kanda PAPP-A ve serbest (3-hCG değerleridir. Bu değerler; annenin yaşı hesaba katılarak bir programa girilir ve buna göre Down sendromu riski hesaplanır.


Bu testin en önemli parçası olan ense saydamlığı ölçümü 18 ve 13 ncü kromozomlardaki sayısal değişikliklerle ortaya çıkan diğer engellerin (Trizomi 18 ve 13, Turner Sendromu Kromozom yapısı: "45 XO") taranmasında da yardımcı olmaktadır. Yapılan çalışmalar bu ense kalınlığının artması ile anne rahmindeki bebeklerde doğumsal kalp hastalıkları riskinin de artmış olduğunu göstermiştir. Bu durumda çıkan test sonuçlarında, bebeğin kromozom yapısı normal saptansa bile kalp hastalıkları açısından 5 nci ayda mutlaka tetkik edilmesi önerilmektedir.


16-18 nci gebelik haftaları arasında yapılan Tarama Testi:
Üçlü test olarak bilinen bu yöntem, gebeliğin 16 ile 18 nci haftaları arasında en doğru sonuçları veren bir kan testidir. Yapılış amacı özellikle Down Sendromu diye adlandırılan problemli bebeklerin anne karnında iken saptanmasına yöneliktir.   Üçlü test için anneden bir miktar kan alınması gerekir. Alınan kanda Alfa Feto Protein (AFP), human Koryonik Gonadotropin (hCG) ve Östriol (uE3) hormonları ölçülür. Gebeliğin değişik haftalarına göre bu hormonların değerlerinde farklılıklar olmaktadır.   Gebelik haftasına göre özel bir hesaplama yöntemi ile "MoM" değerleri bulunur. Testin neticesini hesaplarkn annenin yaşı, ırkı, vücut ağırlığı, şeker hastalığı olup olmadığı ve sigara kullanıp kullanmadığı da dikkate alınır.


Tüm bu veriler ile kandaki üç hormon değerleri bir bilgisayar programına girilerek olasılık olarak sonuç elde edilir. Örneğin 1/2300 gibi çıkan bir sonuçta, Down Sendromlu çocuk doğurma olasılığının çok düşük olduğunu gösterir. Bu sonucun 1/270 ve daha sık olarak, 1/220 veya 1/200 olarak hesaplanması, Down Sendromlu bebek doğurma riskinin yüksek olduğunu bildirir. "Üçlü tesfte yüksek risk saptanan yaklaşık 100 anne adayının doğurduğu çocuklardan ancak 1 tanesinin Down Sendromlu olduğu bildirilmektedir. "Üçlü test" yöntemi Down Sendromlu bebeklerin yaklaşık % 60-70 inin saptanmasına yardımcı olur.


Tarama Testinde Yüksek Risk Saptandığı Durumlarda Ne Yapılmaktadır ?
Bu testin sonucunun riski yüksek gösterdiği durumlarda, anne karnındaki bebeğin gerçekten Down Sendromlu olup olmadığını ortaya koymak gerekir. Bu amaçla bebeğin kromozom yapısının saptanması için bebeğin anne karnında bulunduğu kese içindeki sıvıdan örnek almak (amniyosentez) veya göbek kordonundan kan alınarak bebeğin genetik incelemesi (kromozom analizi) nin yapılması gerekmektedir.   5 nci aydan önce kolay yapılan ve gebeliğe olan riski en az olan yöntem olarak su kesesinden sıvı alınması (amniyosentez) yapılmaktadır. Amniyosentez ile elde edilen sıvıdan laboratuvarda yapılan kromozom tayini ile bebeğin norml olup olmadığı hakkında bir karar verilir.  


Down Sendromu Testleri Niçin Önemli ?
İlk 3 ay Down Testi, gebeliğin 11-14ncü haftalarında, Üçlü test ise anne adayına gebeliğin 16-18 nci haftalarında uygulanması gereken bir testtir. Testin bir tarama testi olduğu unutulmamalıdır. Tarama testi genel olarak kolay yapılan ve herkese uygulanabilen ve aynı zamanda ucuz bir test olmalıdır. Sonuçları ise kesin bir teşhisten ziyade, bir hastalığın ortaya çıkarılmasında kullanılan yardımcı bir yöntemdir. Kesin teşhis için her zaman daha ileri bir yönteme ihtiyaç duyulur. Üçlü testte de kesin sonuç amniyosentezle konur.


Tekrar vurgulamak gerekir ki nasıl her yüksek riskli test sakat çocuk anlamına gelmiyorsa, normal sonuç alınan her test de bebeğin % 100 sağlıklı olduğunu göstermez. Bu nedenle bu teste ilaveten 18 ile 20 ci gebelik haftalarında ayrıntılı ultrasonografik inceleme ile diğer problemler aranmalıdır. Özellikle ense kalınlığı 2 mm üstünde olan bebeklerde, kromozom incelemesi normal olsa bile 18-20 nci haftalarda mutlaka detaylı ultrasonografiye ilaveten kalp yönünden incelenmesi gerekmektedir.


Ultrasonografi:
Ultrasonografik inceleme; ses dalgaları kullanılarak elde edilen görüntüleme yöntemleridir.   Anne karnındaki bebeğin durumunun değerlendirilmesi ve bebekteki engelin saptanması açısından ultrasonografi; doğum öncesi tanıda giderek artan bir değer kazanmaktadır. Gebelik döneminde uygulanan ultrasonografi, bebek yaşının hesaplanması, bebeğin yaşam fonksiyonlarının, çoğul gebeliklerin, su kesesindeki sıvı miktarının değerlendirilmesi ve bebek eşinin rahimde -bulunduğu bölgenin tayin edilmesi açısından çok önemlidir. Pek çok doğuştan engeller, anne karnındaki dönemde ultrasonografi aracılığı iletanmabilmektedir.


Anne karnındaki bebekte engelin saptanması açısından ultrasonografi duyarlılığı % 14-85 arasında değişmekte, kişiye özel yapılan incelemede % 99 dolaylarında olduğu bildirlmektedir. Tahmin edilen bir sakatlığı olabileceği düşünülen ve aile hikâyesine dayanarak uygulanan detaylı ultrasonografide, anne karnındaki bebekte engelin saptanması açısından duyarlılık % 99 lara çıkabileceği bildirilmektedir.
Doğum öncesi bakım almak ve kontrollere düzenli olarak gitmek, gebelikte muhtemel anormal durumların tespiti için yapılacak en doğru seçimdir.  Gebelikte bu tür durumların tespiti için en çok başvurulan ve hiçbir yan etkisi olmayan yöntem ultrasonografidir. Yapılan ultrasonografik tetkik ile bebekteki fiziksel anormalliklerin daha gebeliğin ilk haftasından itibaren belirlenmesi sağlanır. Gebeliğin on ikinci haftasında ultrasonografi ile bebeğin ense cilt kalınlığının ölçülmesi sonucu Down sendromu olma riski hesaplanabilir.


Bebekteki kromozom bozukluğunun kesin tespiti için bebeğin eşinden (plesentadan) ya da bebeğin içinde bulunduğu sudan gebeliğin 15-16.'cı haftalarında örnek alınarak (amniyosentez) genetik inceleme yapılmalıdır.


Bebeğin eşinden parça alma işlemi ( Koryonik Villüs Biyopsisi=CVS ), gebeliğin 10-11. haftalarında uygulanır. Hastanede yatmayı gerektirmeyen ağrısız ve kolay uygulanabilen bir işlemdir. Yapılan işleme bağlı olarak %2-3 oranında düşük yapma veya mikrop kapma riski vardır.


Bu işlemler sadece risk grubu; ense kalınlığı ölçümü ve / veya üçlü tarama testi sonucuna göre risk oranı yüksek olanlara, 35 yaşını geçmiş tüm gebelere, ultrasound sonucunda şüpheli durumda olanlara, genetik hastalık taşıyıcısı olduğu bilinen ebeveynlere ve daha önce engelli (anomalili) bebek sahibi olan gebelere uygulanması gerekmektedir.


Bebek sahibi olmayı isteyen her çiftin aklının bir kenarında endişe olarak bulunan anomalili bebek sahibi olma ihtimalini azaltmak mümkündür.   Bunun için akraba evliliğinin önlenmesi, gebelikte bulaşıcı hastalıklardan, alkol, ilaç, sigara, röntgen ışınları ve diğer zararlı durumlardan kaçınmak gibi önlemlere mümkün olduğunca uyulmalıdır.   Ancak bilinmeyen ve önlenemeyen nedenlerle ortaya çıkan problemlere yönelik alınacak en etkili tedbirin doğum öncesi dikkatli bir takip ve değerlendirme olduğu unutulmamalıdır.




DOWN SENDROMU (MONGOLİZM)


Down Sendromu ya da Mongolizm zeka ve gelişme geriliğine neden olan bir kromozom anomalisidir.   Trizomi 21 veya mongol çocuk da denilmektedir.  Mongol denmesinin nedeni yüz yapısının Asya'daki Mongol ırkını andırmasından dır.   Down sendromu, normalde her insanda 23 çift olan kromozomlardan 21. kromozomun 3 adet olmasıdır.  Yaklaşık olarak 1000 canlı doğumda 1-2 oranında görülür.


Down sendromlu çocukların resimde görüldüğü gibi klasik bir yüz görüntüsü vardır.   Baş normalden küçüktür. Yüz profilden düzleşmiştir, dil büyüktür ve dışarıdadır. Ortalama zeka geridir (IQ 25-50). Erişkin yaşa ulaştıklarında zeka yaşı olarak 8-10 yaşındaki bir çocuğun kapasitesine ancak erişebilir.   Genel olarak erişkin dönemde başkalarına bağımlı olarak yaşayabilirler.  Özel eğitime ihtiyaç duyarlar.   Down sendromu gebelikte tanınabilir. Ultrasonografi ile veya üçlü (veya ikili ) test ile Down sendromundan şüphelenilen gebeliklerde kesin tanıyı koymak için amniyosentez veya diğer prenatal genetik tanı yöntemleri uygulanarak bebeğin kromozom tetkiki yapılır.


Down sendromu saptanmışsa aileye ayrıntılı genetik danışmanlık verilerek gebeliğin sonlandırılması önerilir. 24. Haftaya kadar yasalarımız buna izin vermektedir.   Ancak kararı elbette aile verecektir.   Genel anlamda anne yaşı arttıkça Down sendromlu bebek doğurma riski artar.


30 yaşında 1/855
35 yaşında 1/365
40 yaşında 1/109
45 yaşında 1/32
49 yaşında 1/12 oranında görülür.


Doğuştan kalp anomalileri bu çocuklarda sıklıkla görülür. Erken yaşta ölüm çoğunlukla kalp anomalileri nedeni iledir. Mide-barsak sistemine ait anomalilerden özefagus atrezisi, (yemek borusu tıkanıklığı) duodenal atrezi (oniki parmak bağırsağı tıkanıklığı), Down sendromunda sıkça görülür.   Bu anomaliler nedeni ile yaşamın ilk günlerinde cerrahi girişime ihtiyaç duyabilirler. Bütün bu anomalilere ilave olarak ilerleyen yaşlarda lösemi (kan kanseri) sıklığı normale göre artmıştır.




DOĞUM SONRASI

DOĞUMDAN HEMEN SONRA




Normal bir doğumdan sonra anne birkaç saat içersinde yatağından kalkabilir ve ihtiyaçlarını görebilir. Aslında zaten doğum sonrasında erkenden ayağa kalkmak ve hareket etmek birçok açılardan da faydalıdır. İlk 4 saat içersinde annenin idrarını yapması istenir. Bu aynı zamanda rahimin toparlanması ve daha az kanama için de gereklidir.Annenin erkenden hareketlenmesi hem kan dolaşımının normale dönmesi ve böylelikle damar tıkanıklığı olasılığının azaltılması hem de bağırsakların iyi çalışması için gereklidir.Genellikle özel hastanelerde normal doğum yapan anneleri hekimler 24 saat içinde taburcu etmektedir, ama bu annenin günlük yaşantısına hemen başlayacağı anlamına gelmemektedir.

Doğumdan sonra ilk günlerde, anne yorulmamalı ve dinlenmelidir. Doğumda harcanan enerji az bir enerji değildir. Ayrıca yeterli dinlenme sağlanamazsa kanama ve ağrılar da artabilir.


Ev işlerini ve eğer varsa diğer çocukların bakımını eş, akraba, arkadaş ya da yakın komşularla paylaşmak doğum yapan annenin işini oldukça kolaylaştıracaktır. Annenin destek alamadığı durumlarda ise önceliği bebeğe ve kendisine vermesi gerekir. Anne olmak kadının hayatında gerçelten çok büyük bir değişikliktir. Doğumdan sonraki ilk günlerde bazı anneler nedensiz üzülebilir ve aniden ağlamaya başlayabilirler. Bu tür davranışlar belli bir dereceye kadar pekçok yeni anne için normaldir. Ancak kişinin kendisinin üstesinden gelemeyeceği kadar yoğun yaşanırsa profesyonel bir yardım almaktan çekinilmemelidir.

DOĞUM SONRASI KADIN YAŞAMI
Pek çok kadın doğum sonrasını artık rahatlayacağı ve gebelikte yaşanan sıkıntıların biteceği bir dönem olarak düşünür. Gebelik sona ermiş, beklenen doğum olmuş ve yaşantınıza, ailenize arzulanan yeni küçük bir insan daha katılmıştır.

Oysa anne ve bebeğin birbirine alışması, birbirini tanıması ve anlaması anneye diğer günlük yaşantısının yanında pek çok yeni sorumluluklar getirmiştir. Bu süreçte anneler çoğunlukla kendilerini unuturlar.  Oysa annenin sağlığı, bebeğinin sağlığını ve mutluluğunu doğrudan etkilemektedir. Her annenin doğum yaptıktan sonra bebeğini kontrol ettirdiği gibi, kendisini de sağlığı açısından kontrol ettirmesi gerekir.  Doğumdan sonraki bir ay içinde lohusanın doğum sonu kontrolü mutlaka yapılmalıdır.

Doğumdan sonra ilk yıkanmalar ayakta duş şeklinde yapılmalıdır. Eğer epizyotomi yani dikişli doğum olduysa 3-4 gün dikiş yerine su değmemesinde fayda olduğundan vücut silinip saçlar yıkanabilir ve dikiş yeri doktorun önereceği ilaçlı sularla tuvalet sonrasında temizlenir. 3-4 gün sonra ayaktan duş şeklinde banyo yapılabilir.  Sezeryanlı doğum sonrası genellikle 4. ya da 5. günde dikişler alınır ve daha sonra duş yapılabilir.

Doğum sonrasında gebelikten korunma nasıl olmalı ?
Bu dönemin kendine has özellikleri olması dolayısıyla bazı noktalar önem arzetmektedir;





DOĞUM SONRASI EGZERSİZ

Doğumdan altı hafta sonra egzersiz programlarına başlayabilirsiniz.Böylelikle doğumdan önceki formunuza kısa sürede kavuşacaksınız ve kendinizi çok daha iyi hissedeceksiniz.   Dokuz aylık hamilelik süresinden sonra, yıpranan ve hareketsiz kalan bütün vücudunuz bu egzersizler sayesinde yeniden çalışmaya başlar. Daha büyük bir çocuğunuz varsa, o da sizinle ve kardeşiyle birlikte bu hareketleri yapabilir. Ancak, egzersizler sırasında onunla konuşun, hareketleri dilediği gibi yapmasına izin verin ve ona dokunun.  Böylece kardeşini kıskanmaz, aksine sizinle birlikte bu işi paylaştığı için kendini mutlu hisseder.

Egzersizlere başladığınızda kendinizi zorlamayın ve yavaş yavaş ilerleyin. Unutmayın vücudunuzun tekrar harekete başlamaya alışması gerekiyor. Bu hem eklemleriniz, hem sırtınız, hem de basenleriniz için geçerlidir.Doğumu izleyen haftalarda, genç anneler kendilerini çok yorgun, neredeyse depresyona girecek kadar yorgun hissederler. Tekrar dinçleşmek için düzenli olarak bir fizik aktivitesi yapmak, vücudu hareket ettirmek en iyi yoldur. Birkaç günün sonunda, hem uyku düzeninizde, hem de iştahınızda bunun etkilerini göreceksiniz. Burada verdiğimiz bütün egzersizlerin en az sekiz kadar tekrarlamanız gerekir, ama eğer isterseniz daha fazlasını da yapabilirsiniz.

Hassas bölgeleri güçlendirmek için basit ama etkili 10 egzersiz önerilir:
Bu 11 egzersizi doğumdan 6 hafta sonra, haftada en az üç kez olmak üzere istediğiniz sıklıkla yapabilirsiniz. Jimnastik yapacağınız mekanın geniş olmasına dikkat ederek, rahat giysilerinizi giyin ve daha iyi konsantre olmak için bebeğinizle birlikte zevkli dakikalar geçirmeye hazırlanın. Bebeğinizin altının temiz olmasına ve karnının aç olmamasına da özen göstermelisiniz.

1-Karnınızı sertleştirmek için
Sırtüstü yere uzanın ve bacaklarınızı havada üst üste koyun. Bebeğinizi karnınız üzerine oturtun, sırtı oyluklarınız üzerine yerleşsin; aynı zamanda iki elinden tutun. Karnınızı içinize çekin ve aynı anda kasın.  Sırtınızın aşağı kısmı yere değmeli.    Bu pozisyonda, başınızı ve vücudunuzun üst kısmını kaldırın, bu sırada karnınız ve baseniniz kasılı olmalı. Başlangıçta, kendinizi zorlamayın. Ve kendinize dinlenmek için ara verin. Bu aralarda da, bebeğinizi kollarının altından tutarak, kendinize doğru çekin. Onu kendi kendine kalkmaya alıştırmalısınız. Siz karın kaslarınızı çalıştırırken, o da boyun kaslarını güçlendirecek ve başını daha iyi kontrol etmeyi öğrenecek.

2- Sırtı ve kalçaları sıkılaştırmak
Her ikinizde aynı pozisyonda uzanın. Düzenli olarak her bacağınızı en az 8 kez kaldırın. Her hareket arasında gevşeyin. Siz bacak kaslarınızı çalıştırırken, bebeğiniz de eğlenecek.

3- Sırtınızı güçlendirin
Aynı pozisyonda yatarken, kollarınızı sırtınızın arkasında birleştirin. Kürekkemiğinizi gerin ve başınızı 6 ile 8 kez kaldırın. Böylece sırtınızın üst bölge kaslarını çalıştırmış oluyorsunuz. Her hareket arasında gevşemeyi unutmayın.

4- Göğüs ve kollarınızı sıkılaştırın
Oturun ve bebeğinizi önünüze alın. Koltuk altlarından öne ve arkaya kaldırın, sonra yukarı kaldırın ve indirin; bunu sekiz kez yapmalısınız. Ancak her harekettten sonra bir ara vermeyi ihmal etmeyin. Bebeğinizin boyununu güçlendirirken aynı zamanda kollarınızı ve göğüsünüzü de kuvvetlendirecek ve sıkılaştıracaksınız.

5- Kol ve göğsü gerin
Oturur pozisyonda, kollarınızı arkada birleştirin ve kaldırabildiğiniz kadar yukarı kaldırın. Bu gerginlikte 15 ile 60 saniye arasında tutun, gevşeyin ve sonra tekrar başlayın.

6- Oylukları sıkılaştırın
Ayakta, oyluklar açılmış, bebeğinizi kollarından tutun. Baseninizi gerin, sonra hafifçe dizlerinizi kırın, büstünüzü öne eğin. Sırtınızı düz ve gergin tutun. Ayaklarınızı düz tutarak ve oyluklarınızın üzerine gerinerek, topuklarınız üzerine inin. Sonra kalkın. Egzersizi 8 kez tekrarlayın, bu arada her seferinde bir durak vermeyi unutmayın.

7- Oylukları gerin
Ayakta, bebeğiniz göğsünüze yaslanmış şekilde, bir bacağınızı öne çekerek durun. Bu pozisyonda 15 ile 60 saniye arasında kaldıktan sonra ayak değiştirin.

8- Sırtınızı esnetin
Bebeğinizi yeniden önünüze sırtüstü yatırın. Bir kedi gibi sırtınızı yuvarlatarak, kalçalarınızı da topuklarınıza oturtarak yerleşin. (a) Sonra öne doğru kayın, başınız yere doğru olsun. Kollarınızın yardımı ile kendinizi kaldırın ve sonra tekrar sırtınızı eski haline getirin (b). Hareketi yapabildiğiniz kadar tekrarlayın. Bu hareket bebeğinizi eğlendirecektir. Sizi gözleriyle izlerken hem gülecek ve bunu eğlenceli bir oyun olarak algılayacaktır.

9- Sırtınızı gerin
Sırtınızı tekrar yuvarlak yapın. Bebeğinizi altınızı alın. Sırtınız eğik olarak bu pozisyonda en fazla bir dakika kalın. Bakışlarınızı bebeğinizden ayırmayın.


DOĞUM SONRASI GEBELİKTEN KORUNMA


Doğumdan sonra bir süre annenin ruhsal, fiziksel sağlığı için yeni bir gebelik önerilmez. Bu sebepten belli bir dönem gebelikten korunmak şarttır. Bu dönemin uzunluğu herkes için değişken olmakla birlikte doğumlardan sonra vücudun toparlanması için genel olarak en az bir yıl süreyle yeni bir gebelik önerilmez. Ancak bu bir yıl içinde vücut tam olarak kendini toparlayabilir.  Sezeryan ya da normal doğumla çocuk dünyaya getirmiş olmak bu süreyi değiştirmez.

Emzirme gebelikten korur mu?
Emzirme, doğum sonrası yaklaşık olarak 3 aya kadar tam koruyucu olmakla birlikte bu süre sonunda koruyuculuğu azalarak devam eder. Çünkü ovulasyon yani yumurtlama genellikle 3. aydan sonra başlar ve 5-6. aylardan sonra normal periyoduna döner. Bir başka deyişle korunma olmadığı durumlarda, emzirmeyenlerde 3 hafta, emzirenlerde ise 3 aydan sonra gebelik şansı vardır.Günde 5-6 kezden az olmayacak şekilde emziren, bebeğe verilen ek gıda oranı % 10-15’i geçmeyen ve adet görmeyen lohusalarda, koruma çok yüksek bir oranda olabilmektedir.

Daha başka korunma yöntemleri nelerdir?
Doğum sonrası korunma yöntemleri içinde en uygun yöntemler spiral, prezervatif (kondom) ve üç aylık depo progesteron iğneleridir.Spiral doğumdan hemen sonra veya daha ideal olarak 40-45 gün sonra takılabilir. Takılacağı zaman adetli olmak şart değildir. Ancak elbette öncelikle detaylı bir jinekoljik muayeneden geçmek ve rahim ağzında yara, vajinal enfeksiyon, rahim veya yumurtalıklarda enfeksiyon (iltahap) bulguları, adet düzensizlikleri yaşamamak gerekir. Yine kişilerde bakır alerjisi de olmamalıdır. Erkeğin prezervatif (kılıf) uygulaması da uygun şekilde kullanıldığı zaman spirale eşdeğer koruma sağlar. Ancak her erkek prezervatif kullanmayı sevmiyor olabilir.Her iki yöntemi de kullanamayan kişilere "üç aylık depo progestinler" yapılabilir. Bu iğneler doktor tarafından yalnızca uygun kişilere reçete edilebilir. Süte bir zararı yoktur. Tam olarak 90 gün süreyle korunma sağlar, bu sürenin sonunda tekrar yapılması gerekir. Depo iğnelerin bazı istenmeyen yan etkileri de olabilir. Bu istenmeyen yan etkileri iğnelerin yapıldığı süre boyunca adeta bir gebelik hali gibi adet görememe, bazen akne (sivilce), göğüslerde gerginlik, iştaha bağlı kilo artışı, zaman zaman adet düzensizlikleri şeklinde ara kanamalarıdır.

Ayrıca iğneler bırakıldıktan sonra adetler bir süre daha eski düzenli haline dönmeyebilir. Bu süre bazen 6 ayı bulabilmektedir.Üç aylık depo progestin iğneleri gibi "saf progestin içeren doğum kontrol hapları" nadiren tercih edilen doğum kontrol yöntemlerindendir. Oluşturduğu yan etkiler depoprovera'ya benzer. Çok düzenli ve saatinde kullanılmadığı durumlarda gebelikler de oluşabilir.3. aydan sonra uzun etkili, cilt altı implantların (progesteron içeren) kullanılması da, alternatif bir kontraseptif yöntem olarak hastalara sunulmalıdır.

Emziren kadınlarda doğum kontrol hapları kullanılabilir mi?
Klasik doğum kontrol hapları hem estrojen hem de progestinleri içerir. Progestinlerin anne sütüne her hangi bir zararları olmazken estrojenler anne sütünü azaltır. Bu yüzden emzirme döneminde doğum kontrol hapları önerilmez.Doğum sonrası artık kesinlikle yeni bir çocuk istemeyen ve 30 yaşın üzerindeki kişilerde Tüplerin - kanalların bağlanması (ligasyon) işlemi yapılabilir. Tüplerin bağlanması normal doğumdan sonra ilk 5 gün içinde veya doğumdan 40 gün sonrasından itibaren aile planlaması kliniklerinde laparoskopi veya minilaporotomi denilen küçük bir kesi yardımıyla yapılabilir. Tüp bağlanması işlemi sezaryen olan gebelerde, ailelerin önceden işlem için rızalarını belirtir imza vermeleri durumunda ameliyat sırasında da yapılabilir.Tüplerin bağlanması durumunda geriye dönüş yok denecek kadar az olduğu için çiftler çocuk istememe konusunda kesin kararlı olmalıdırlar.Ancak eğer geriye dönüş istenirse tüp bebek yöntemiyle bunun da mümkün olabileceği akılda tutulmalıdır. Ayrıca yanlış bir inanış olarak tüplerin bağlanması adet düzensizlikleri, cinsel fonksiyonlarda azalma ve kasık ağrısı gibi şikayetler kesinlikle yaratmaz. Erkekte tüp bağlanması işlemi ise vazektomi olarak bilinir. Lokal anestezi eşliğinde ayaktan yapılan çok basit bir işlemdir. İşlem sonrası cinsel istek veya fonksiyonlarında azalma yaratmaz ve meni'nin miktarında değişme olmaz. Yine geri dönüşümü olmadığı düşünülerek yapılması gereken bir yöntemdir ama bu da tıpkı tüplerin bağlanması gibi tüp bebek yöntemiyle tekrar gebelik oluşturulabilecek bir tekniktir.

Diğer doğum kontrol yöntemleri ise servikal kep (başlık), vajen içi fitil ve kremler, geri çekme yöntemleri (coitus interruptus) ise koruyuculukları daha az olan yöntemlerdir.Hangi korunma metodu kullanılırsa kullanılsın her türlü adet gecikmesi durumunda öncelikle gebelik düşünülmelidir. Eğer gebelik testleri ve muayene sonuçlarında gebelik saptanmazsa adet gecikmesi nedenine yönelik tedavi uygulanmalıdır.



MEME BAKIMI

Hamilelikle birlikte memede oldukça önemli değişiklikler ortaya çıkar.  Memeler büyür, sertleşir ve nodüler yapılar ele gelebilir. Bunlar memedeki salgı bezlerinin büyümesi ile oluşur. Bu değişmeler bazen memede ağrılara neden olabilir. Uygun bir sutyen kullanmak ve hijyene önem vermek gerekir. Doğumla birlikte memenin esas görevi başlar. Doğum esnasında salgılanan hormonlar, çocuğun meme başını emerek uyarması, süt salgılayıcı hormon olan oksitosini uyarır ve zaten prolaktin nedeniyle uyarılmış olan süt yapımının ardından süt salgısı başlar. Bebeğin emzirilmesi onun sağlığı yönünden çok önemlidir. Yeni doğan yeni çevresine, annesinin sütü sayesinde adapte olur. Anne sütü yeni doğan için, gerek besin değeri gerekse sindirim sistemine uygunluğu açısından en ideal besindir ve içindeki bağışıklık maddeleri ile bebeği mikroplardan korur.

Ayrıca emzirmek çocuğun psikolojisi için de son derece önemlidir. Çünkü emzirmeyle çocuk ve anne çok yakınlaşır ve annesinin yanında olduğunu ve güven duygusunu yaşar.Ayrıca çalışmalar göstermektedir ki emzirmek annenin sağlığı açısından da çok önemlidir. Çünkü emziren kadının rahmi daha çabuk küçülerek normal haline daha çabuk döner, yine emzirmek memede kanser başta olmak üzere pek çok hastalığın riskini azaltır. Emzirme döneminin sağlıklı olabilmesi için bazı kurallara da mutlaka uymak gerekir.

Yeni doğan birinci ayda istedikçe emzirilir, sonraki aylarda da iki saatten daha sık olmamak koşuluyla çocuğun açlık durumuna göre üç dört saatte bir emzirmek gerekir. Her seferinde her iki memede yaklaşık 15' er dakika civarında emzirilmelidir. Bebeğin daha fazla memede tutulması çatlakların oluşmasına sebep olabilir. Emzirmeden önce eller mutlaka yıkanmalı ve meme başları ılık temiz su veya karbonatlı su (1 bardak kaynamış soğumuş suya bir çay kaşığı karbonat) ile temizlenmelidir.Eğer çocuk emdikten sonra memede hala süt kalmışsa temiz kaynatılmış bir tirle veya süt pompası ile boşaltılmalıdır. Asla memede dört beş saatten fazla sütün kalmasına ve yumrular oluşmasına izin verilmemelidir.Çünkü memede biriken bu süt mikroplar için çok uygun vasat teşkil eder. Hele meme başında çatlaklar da oluşmuşsa buradan mikropların içeriye girişi daha da kolaylaşacaktır.

Emzirme sonrasında sütten bir miktar sağarak meme başına sürülebilir ve meme başı kuruduktan sonra temiz gazlı bir bez veya meme pedi konularak sutyen giyilir. Genel vücut hijyenine de dikkat etmek gerekir, mümkünse her gün duş almak, çamaşırları her gün değiştirmek uygun olur.Meme başında çatlaklar oluştuğu durumlarda meme başı temizliğini karbonatlı su ile yapmayı tercih etmek gerekir ve emzirme işleminden sonra meme başı hava ile iyice kurutulmalıdır.  Çocuğa biberonla süt verileceği zaman ise çok küçük delikli emziği olan biberonlar tercih edilmelidir. Yoksa çocuk biberonun rahatlığına alışır ve memeyi bırakır.



LOHUSALIK DÖNEMİ

Doğumdan sonraki 6 hafta lohusalık dönemi olarak adlandırılır. Bu dönemde gebeliğin kadında yarattığı fizyolojik değişiklikler yavaş yavaş gebelik öncesi haline döner. Her organ ve sistemin gebelik öncesi haline dönmesi farklı zamanlar alır. Doğum sonrası beligin olarak fark edilebilen ilk değişiklik rahim boyutlarındadır.  Doğumdan hemen sonra göbek hizasında olan rahminiz her gün 1 cm aşağı inerek 12-14 gün sonra karından hissedilemez hale gelir. Rahminizin kasılmaları bazen ağrı kesici kullanmayı gerektirebilecek kadar da ağrılı olabilir. Ayrıca her değişikliğin de geriye tam olarak dönmeyeceği bilinmelidir.  Örneğin rahim ağzı ve vajinadaki değişiklikler, ciltteki çatlaklar gibi.

Emzirmeyen annelerin büyük bir kısmı bu dönem sonunda adet görmeye de başlar. Gebelikte vücutta toplanan sıvı da terleme ve idrar ile birkaç gün içersinde vücuttan atılır. Bu yüzden lohusalığın ilk günlerinde anneler bol bol terlerler.   Loğusalık dönemi bir yandan bebeğinizin ihtiyaçlarını karşıladığınız, öte yandan çeşitli yakınmalarla başa çıkmaya çalıştığınız bir dönemdir. Her ne kadar tümüyle normal seyreden bir gebelik ve doğumun loğusalığı da genellikle sorunsuz seyretse de bazı konulara dikkat edilmelidir.

* Ateş
Doğum anında oluşan bazı maddelerin etkisiyle bazı gebelerde 37,5-37,8 dereceyi geçmeyen hafif ateş yükselmeleri olabilir. Gerçek ateş yükselmesi en az iki ölçümde vücut ısısının 38 derece ve üzerinde olmasıdır ve her zaman aydınlatılması gereken bir durumdur. Loğusalıkta en sık ateş nedeni memelerin aşırı dolgun olmasıdır. Buna süt ateşi de denir. Bunun dışında rahim iç zarı enfeksiyonu (iltahaplanması) ve idrar yolu enfeksiyonu da loğusalıkta sıklıkla ateş yapan diğer iki enfeksiyon türüdür. Doğum esnasında bebeğin çıkışını kolaylaştırmak üzere kesilen ve sonra dikilen vajinanın dış kısımdaki (epizyo) yaranın enfeksiyonu, sezaryen cilt ve cilt altı yarası enfeksiyonu da ender olarak ateşe neden olabilir. Ayrıca ateş, loğusalıkta tesadüfen geçirmekte olduğunuz bir başka enfeksiyonun (grip, üst solunum yolu enfeksiyonu gibi) belirtisi de olabilir. Ama mutlaka doktor kontrolü gerekir.

* Aşırı kanama
Loğusalığın ilk günlerinde kanama elbette normal kabul edilir. Ancak günlük kanama miktarının normal adet kanamasından iki kat ya da daha fazla olması anormaldir ve mutlaka doktor değerlendirmesi gerektirir. Bu kanamanın sebebi plasentanın (çocuğun beslenmesini sağlayan ek yapı) bir parçasının rahim içinde kalması olabileceği gibi rahim iç zarı iltahabı da söz konusu olabilir.

* Kötü kokulu ve/veya miktarca fazla akıntı
Loğusalık döneminde akıntı da birkaç gün süren kanamanın ardından normal kabul edilir ve akıntının nitelikleri loğusalığın dönemine göre değişkenlik gösterir. Loğusalık akıntısı ya da "loşi" adı verilen bu akıntı doğumdan sonraki 4-6 hafta boyunca devam eder. İlk günlerde koyu kırmızı kanama şeklinde olan akıntı kısa zamanda pembeleşir, daha sonra rengi açılır ve nihayet beyazlaşarak loğusalık sonunda tümüyle biter.  Kötü kokulu bir akıntı ise enfeksiyon belirtisidir. Özellikle beraberinde karın ağrısı ve ateş gibi belirtiler de söz konusu olduğunda sıklıkla rahim ve rahim iç zarı enfeksiyonu söz konusudur.  Yukarıdakilerden farklı özellikler taşıyan her akıntı doktor tarafından değerlendirilmelidir.

* Bacaklarda ağrı, kızarıklık ve şişme
Gebelik dönemi özellikle toplardamarlardaki kan akımının yavaşlaması ve pıhtılaşmaya eğilim nedeniyle pıhtı oluşumuna zemin hazırlar ve bu risk loğusalıkta da devam eder. Damar tıkanıklığı durumu kendini tıkanıklık oluşan bölgenin gerisinde kızarıklık, ağrı, şişme ve bölgesel ısı artışı şeklinde belli eder.  Bu problem tedavi edilmediğinde bazen toplardamar içinde oluşan pıhtı yerinden ayrılarak akciğere doğru ilerleyip oradaki damarlarda tıkanmaya sebep olabilir. Akciğer embolisi adı verilen bu durum son derece tehlikeli olup eğer akciğere giden pıhtı büyükse ölüme bile yol açabilir. Bu nedenle yukarıdaki belirtilerin varlığında en kısa zamanda doktora başvurulmalı ve tedaviye hemen başlanmalıdır.

* Memelerde aşırı ağrı, ısı artışı, bölgesel kızarıklık
Memelerde emzirme döneminde en sık karşılaşılan sorun meme başı çatlaklarıdır. Bunun dışında basit bir dolgunluktan bakterilerin memede enfeksiyon yapmasına ve hatta apseleşmeye kadar giden sorunlar söz konusu olabilir. İltahaplanma durumunda memelerden birinde ya da ikisinde ısı artışı, dolgunluk, ağrı ve vücut ısısında artış söz konusudur. Bunlara ek olarak memelerden birinin diğerine göre çok daha ağrılı olması, üzeri kırmızımsı hassas bir şişlik oluşmuş olması öncelikle meme absesi düşündürür. Meme absesi sıklıkla erken aşamalarında tedavi edilmemiş basit bir iltihaplanma sonucunda gelişir.
Meme enfeksiyonu belirtilerinin erken tanınması ve tedavisi abse gelişiminin önlenmesi açısından önemlidir. Apse gelişimi söz konusu olursa cerrahi olarak boşaltılması gerekir.

Günümüzde genellikle normal doğumdan sonra 1 gün, sezaryenden sonra ise ortalama olarak 2 gün hastanede kalmak yeterlidir. Evine giden anne doğum şekli ne olursa olsun mümkün olduğunca dinlenmelidir. Ancak bu dinlenme mutlaka yatak istirahati şeklinde olmamalıdır. Normal doğum yapan annelerin ortalama bir hafta, sezaryen olan annelerin ise günlük yaşantılarına dönmeleri en azından 15-20 gün alacaktır ancak bu sürenin sonuna kadar beklemeden ev içerisinde dolaşmak, basit işleri yapmak hem kişinin kendine olan güvenini arttırır hem de kan dolaşımını destekler. Dolayısıyla özellikle bacaklarda olan damar tıkanıkları gibi problemlerin de ortaya çıkmasını da büyük ölçüde engeller.

Bebek dünyaya geldikten sonra barsak hareketlerinde yavaşlama ve kabızlık olabilir. Bu nedenle dışkıyı yumuşatan lifli gıdalar ve bol sıvı alınması kabızlığı önlemek açısından yararlıdır. Ayrıca ne kadar aktif olunursa barsak hareketleri de o kadar çabuk normale döner.  Doğum sonrası anne beslenmesi konusunda özgürdür. Dilediği ve kendisine dokunmadığını bildiği tüm yiyecekleri yiyip içebilir. Ama tıpkı gebe olduğundaki gibi doğal, katkı maddesi en az olan gıdaları tercih etmek hem kendi hem de yeni doğan bebeği açısından daha doğru olacaktır.

Protein içerikli gıdalar ile taze meyve ve sebzeler özellikle önerilir. Yaygın ama yanlış uygulamalardan birisi de lohusayı aşırı şekerli şeylerle sürekli besleyerek kilo alımına sebep olmaktır. Süt veren annelerin günde 2500-2700 kalori almaları önerilir. Annenin de süt alması uygundur.

Doğum esnasında ve sonrasında bol terleme söz konusu olduğundan kişi kendini genellikle ilk günlerde yıkanma ihtiyacı içersinde hisseder. Genellikle normal doğumdan sonra 2. gün sezaryen sonrası ise 6-7. günden itibaren ayakta duş şeklinde banyo yapılabilir. Bu zamana kadar ise anne vücudunu silip, dilerse başını yıkayabilir. Banyo esnasında zorlanmadıkça vajinaya su kaçmaz. Vajinanın yıkanması ise sakıncalıdır. Lohusalık döneminin sonlarına kadar küvete suyun içersine oturarak yıkanma, havuza, denize girme ve cinsel ilişki önerilmez. Rahim ağzının henüz tam kapalı olmaması iltihaplanma riski yarattığından bu gibi aktiviteler için lohusalık döneminin bitmesi beklenmelidir.

Bu dönemin sonunda çiftler, özellikle de kadın kendini rahat hissettiğinde, cinsel ilişkiye başlayabilir. Doğum sonrasında bazı kadınlarda cinsel ilişki isteği azalabileceği gibi, kimi kadınlarda da artabilir. Her iki durum da normaldir. Çiftlerin birbirlerine gösterdikleri anlayış ve uyum (özellikle erkeğin) önemlidir.

Doğum sonrasında vajende görülebilen kuruluk kadın için rahatsız edici olabilir. Rahatlamak için gliserin kullanılabilir.

Normal doğum sırasında kesilip dikilen epizyo adı verilen yara genelde sağ tarafta olur. Otururken ve yatarken bu tarafa ağırlık vermemek gerekir. Bu bölge tamir edildikten sonraki ilk saatlerde ortaya çıkan ağrı bir burada açık kalan bir damar sebebiyle kan birikmesi anlamına gelebilir. Bu bölgenin ağrısını gidermek için ağızdan alınan ağrı kesiciler genellikle yeterli olabileceği gibi gerekirse ılık oturma banyoları da önerilebilir.

Tuvaletten sonra da bu bölge her seferinde ılık temiz su ya da tercihan içine özel antiseptik katılmış bir suyla yıkanmalıdır.  Doktorunuz size zaten doğum sonrasında bu ilaçları reçete edecektir.

Sezaryen dikişlerinizde ağrı, akıntı, kızarıklık ya da hassasiyet varsa mutlaka hekiminizin bunu değerlendirmesi gerekir. Toplu ve cilt altı yağ dokusu fazla olan bayanlarda cilt altı yağlarının erimesine bağlı şeffaf-sarımsı ve kokusuz bir akıntı bazen görülebilir ama bunun bir iltihaplanma olmadığının mutlaka doktor tarafından değerlendirilmesi gereklidir.  Mikrobik nedenli olmayan bu sezaryen sonrası yara yeri akıntılarında genellikle birkaç gün sıkarak pansuman yapmak yeterli olacaktır.



DOĞUM SONRASI DEPRESYON

Bebeğini kucağına aldıktan çok kısa bir süre sonra çoğu kadının aklından “Ona nasıl bakacağım? Nasıl büyüteceğim ? Ya benim hayatım bundan böyle ne olacak ?” gibi sorular geçmeye başlar.  Aslında doğum kadın yaşamının en mutlu olayı belki, ama kişinin bedeninde, zihninde ve yaşamında öylesi büyük bir değişim yaratıyor ki, durup düşünmesine ve hatta endişelenmesine neden olabiliyor.  Artık yepyeni, heyecanlı ama bir o kadar da bilinmezlerle dolu, sorumluluk isteyen ve de geri dönüşsüz bir dönem başlamıştır.  Bu duyguların ikileminde lohusalıkta birçok annede kısa bir dönem depresyon hali görülebilir. Güçsüzlük, güvensizlik ve hayal kırıklığı yaşayabilir ve çoğu kez ortada bir neden olmadan ağlayabilir.

Bu duruma "doğum sonrası depresyon" ya da bir İngiliz Psikologun deyişiyle “baby blues". denmektedir.  Yapılan araştırmalara göre bu ruhsal durumun ortaya çıkmasında, fiziksel stres ve hormonal değişimler de rol oynayabilir. Doğum sonrası kadında hamilelik sırasında çok yüksel seviyelere ulaşan östrojen hormonlarının seviyesi azalıyor. Hemen ardından, süt üretimini sağlamak görevini üstlenen diğer hormonların üretimi başlıyor.   Tüm bu hormonal değişiklik kadının ruhsal durumunu etkiliyor. Bunun yanı sıra yaşanan stres, doğum sırasında sarf edilen efor da duygu dünyasında izlerini bırakıyor. Doğumla birlikte dünyaya sadece yeni bir bebek değil, aynı zamanda yeni bir kadın da geliyor.  Kadın, evine geldiğinde ve bebeğiyle tek başına kaldığında bu duyguları daha yoğun yaşamaya başlıyor.  Özellikle yanında içten bir yardımcısı ve ona her açıdan destek bir yakını olmayan kadınlarda doğal olarak daha sıklıkla gözleniyor.

Aslında bu durumu atlatmak o kadar da zor değil. İşte depresyondan kurtulmak için yapmanız gerekenler:
Öncelikle eşlere bu konuda çok önemli bir görev düşüyor.  Annenin çocuğuyla birlikte yaşamaya başladığı bu hassas dönemde kadına gerçekten yardımcı olacak tek kişi eşi olabiliyor.  Çocuğuyla ve eşiyle ilgilenen babalar, annenin bu gerilimlerini hafifletebiliyor, depresyonu daha çabuk atlatmasına yardımcı oluyor.

Sadece sizin başınıza geldiğini sanmayın:  Doğum sonrası depresyon, pek çok kadının başına gelen bir durumdur. Çevrenizdeki kadınlarla konuşmaktan çekinmeyin. Konuştuğunuzda, aynı duyguları paylaştığınızı, aynı zorlukları yaşadığınızı göreceksiniz.

Duygularınızı reddetmeyin: Doğum sonrası ilk günlerde kendinizi gerçek anlamda anne hissetmemeniz hatta bebeği çok fazla benimsememeniz de aslında normal. Olumsuz da olsalar, duyguların bilincinde olmak, onlara hakim olmanın ve onları atlatmanın ilk adımıdır.

Kendinizi soyutlamayın: Kocanızla, annenizle, kardeşinizle, arkadaşlarınızla bol bol konuşun. konuşmanın kaygılarınızı hafifletmeye yararı olacaktır. Her şeyi içe atmak sorunu uzatmaktan başka bir işe yaramaz.

Kendinizi yetersiz hissetmekten korkmayın: İlk günlerde çocuğun neden ağladığını, ne zaman acıktığını, onun nasıl sakinleştirileceğini bilmemek çok normaldir. Anne doğulmaz, olunur. Anne olmak için zaman gerekir. Sık sık kendinize "zamanla bunu da başaracağım" diye tekrarlayın.

Her şeyi tek başınıza yapmaya kalkmayın: İlk zamanlar çocukla tek başına ilgilenmek büyük enerji gerektirir. Başkalarının yardım etmesine izin verin. Bu kocanız, anneniz veya arkadaşınız olabilir. Arada bir kuaföre gitmek, alışverişe çıkmak ya da kitap okumak için kendinize zaman ayırın.

Ağlamaktan çekinmeyin: Gözyaşları tedavi edicidir. Onlardan utanmayın. Gözyaşlarını bastırmak ikinize de zarar verebilir.

Aslında bu melankoli hali belli belirsiz pek çok annede yaşansa da çok büyük kısmında hiçbir girişime ya da tedaviye gerek kalmadan yok oluyor ama bazen de profesyonel bir psikolojik yardım gerektirebiliyor.  Olumsuz duygularınızla baş edemediğinizi düşünüyorsanız eğer daha önceden psikologunuz varsa ona ulaşın. Ya da çekinmeden doğum doktorunuzu arayınız. Tüm gebelik süresince her türlü sıkıntılarınızı sorunlarınızı paylaştığınız hekiminiz size profesyonel yardım konusunda mutlaka yol gösterecektir.


SEZERYAN SONRASI NORMAL DOĞUM

Daha önce de bahsedildiği gibi günümüzde tüm dünyada sezaryenle doğum yapan anne adayı sayısı, geçmişe oranla çok daha fazla yüksektir. Ülkemizde de özellikle İstanbul'da sezaryenle doğum oranları bazı hastanelerde dikkat çekecek kadar yüksektir. Tıp Fakülteleri gibi, daha çok yüksek riskli hastaların sevk edildiği merkezler hariç bırakılırsa, özellikle özel hastanelerin bir kısmında sezaryenle doğum oranları, normal doğum oranlarından daha yüksektir.Bu merkezlerin önemli bir kısmında önde gelen sezaryen nedeni daha önceki doğumun (ya da doğumların) sezaryenle gerçekleşmiş olmasıdır.Bunun hasta ve hekimden kaynaklanan değişik yönleri olduğundan daha önce bahsedildi. Ancak özellikle ABD'de olmak üzere son yıllarda sezeryan sonrası vajinal doğum oranları artmaya başlamıştır. Bu artışta en etkili olan olaylardan biri de sezaryen sonrası vajinal doğum yapmanın tıbben mümkün olduğunun anlaşılması ve özel şartları uygun olan anne adaylarına bunun uygulanmasıdır.

Sezaryen sonrası neden yeniden sezaryen?
Sezaryen ne kadar usulüne uygun olarak yapılırsa yapılsın, mutlaka rahimde bir yara izi bırakır. Bu yara izi de ne kadar iyileşirse iyileşsin, yeni bir gebelikte rahim yeniden büyümeye başladığında ve özellikle de doğum eyleminde ortaya çıkan çok güçlü kasılmaların etkisiyle yırtılmaya eğilim gösterebilir. Bu açılma / yırtılma eğilimi özellikle önceki sezaryendeki rahim kesisi "klasik" yani yukarıdan aşağıya olanlarda yüksektir. Ancak günümüzde sezaryenlerin önemli bir kısmı "alt segment yatay kesi" adı verilen rahim kesisiyle uygulanmaktadır. Alt segment yatay kesi iyileştiğinde yeni bir gebelik ve doğum eyleminde bu tür kesiler daha az gerilir ve açılma ve yırtılma olasılıkları daha düşüktür.Daha önce sezaryenle doğum yapmış bir anne adayında bu neden "çatı darlığı" gibi yeni gebelikte de devam eden bir olaysa, zaten aynı neden bu gebelikte de devam etmektedir. Bu nedenle bariz çatı darlığı olan bir anne adayı tüm doğumlarını sezaryenle gerçekleştirmek zorunda dır.

Bir anne adayının geçirmiş olduğu sezaryen sayısı arttıkça artan riskler nelerdir?
Sezaryen sayısı arttıkça rahime yapılan kesi sayısı artar ve oluşan nedbe dokusu yeni bir gebelikte gerilerek açılmaya ve yırtılmaya daha da duyarlı hale gelir. Geçirilen operasyon sayısı arttıkça ameliyata bağlı, ameliyatın doğal sonucu olarak karın içinde ortaya çıkan yapışıklıklar da artar. Bu yapışıklıklar yeni bir ameliyatta rahime ulaşılmasını zorlaştırabilir ve/veya rahime ulaşılmaya çalışılırken mesane gibi komşu organların zedelenmesine de nadiren neden olabilir. Sayı arttıkça doğası gereği rahim kesisi yakınlarında yerleşim gösteren plasentanın doğum kanalına yakın ve hatta bu kanalı kapatacak şekilde yerleşme olasılığı da artar. Placenta previa adı verilen bu durum, plasenta dokusu uterusun kas liflerinin içinde yerleştiği durumda (accreata-"akreata" okunur) daha da karmaşık bir hal alır ve cerrahi işlemin seyrini zorlaştırabilir ve oldukça komplike hale sokabilir.

Bir kadın maksimum kaç kez sezaryen olabilir?
Yukarıda bahsedilen riskler daha önceden bir kez sezaryenle doğum yapmış bir kadının yeni bir gebelik ve doğum eyleminde nispeten az ortaya çıkarlar. Ancak özellikle ikinci sezaryen sonrasında üçüncü bir sezaryen uygulanan kadınlarda yukarıda bahsedilen risklerin sayısı sezaryen sayısı arttıkça eksponansiyel ("sayı arttıkça her artışta daha da hızlı artan" bir şekilde) artış gösterir. Ortadoğu ülkeleri gibi çocuk sayısının özellikle "önemli" olduğu ülkelerde kadınlara 8 adet sezaryene kadar uygulandığı literatürde görülmektedir.

Yine de bir kadın için olan mantıklı olanı ideal olarak iki, maksimum üç sezaryenle ailesini tamamlamasıdır.

Sezaryen sonrası vajinal doğum için gerekli koşullar nelerdir?
Anne adayı sezeryandan sonra normal yolla doğum konusunda da bilgilendirilmelidir.Anne adayının pelvis ("çatı") yapısı mutlaka normal doğum yapmaya uygun olmalıdır. Yani bir çatı darlığı bulunmamalıdır.Bebeğin kilosu, duruşu ve geliş şekli de mutlaka normal doğum için uygun olmalıdır. Yani sezeryanı gerektirecek ek bir sebep olmamalıdır.Anne adayında rahimde şekil bozukluğu, ya da önceki doğumlarında rahimin yırtılması gibi bir durum söz konusu olmamalıdır. Rahimden daha önce myom çıkarılması (myomektomi) operasyonu geçirmiş olmamalıdır.Anne adayı daha önceden yatay kesili bir ya da en fazla iki sezaryen geçirmiş olmalıdır.

Bu açıdan her çiftin sezaryen sonrası hastaneden taburcu olurken kendisine verilen ameliyat notunu muhafaza etmesi (veya bunun verilmesini talep etmesi) çok önemlidir. Zira önceki sezaryende yatay kesi kararı verilerek başlanmış bir sezaryen çeşitli nedenlerle dikey kesiye dönüştürülmüş olabilir ve bu da ameliyat raporunda belirtilir. Böyle bir durumda sezeryandan sonrası normal doğum uygulanmasından kesinlikle vazgeçmek gerekir.Sezeryandan sonra normal doğum uygulanması denenecek merkezin koşulları da çok önemlidir. sezeryan sonrası normal doğum uygulandığında tüm eylem boyunca bebeğin kalp atışları ve rahim kasılmaları çok yakından izlenmeli, acil bir sezaryen için ekip ve ameliyathane hazır bulunmalı, merkezde mutlaka anne ve bebek yoğun bakım ünitesi bulunmalıdır. Çoğu durumda bu denemenin yapılacağı anne adayının kan grubuna uygun en az iki ünite taze kan hazır bulundurulur.

Görülmektedir ki sezaryen sonrası vajinal doğum olası sakıncalar nedeniyle ancak belli koşullarda uygulanabilir.

Tekrar özetlemek gerekirse :

Hangi durumlarda sezaryen sonrası vajinal doğum uygulanması sakıncalıdır?
Daha önce dikey (klasik) kesiyle sezaryen öyküsü
Rahimin doğum eyleminde açılması (rüptür) öyküsü
Daha önce çeşitli nedenlerle rahime yapılmış cerrahi işlemlerde derin kesiler yapılmış olması (myom çıkarma operasyonlarında olduğu gibi).
Mevcut gebelikte normal doğumu zorlaştıracak etkenlerin varlığı (iri bebek, makat, yan geliş gibi)
Daha önceki sezaryen nedeninin devam etmesi (dar çatı gibi)
İkiz gebelik de sezaryen sonrası vajinal doğum için ciddi bir engel teşkil edebilir.

Sezaryendan sonraı vajinal doğum kararı verildiğinde bunun başarıyla sonuçlanma (vajinal doğumun gerçekleşmesi) olasılığı nedir?
Yurt dışında yapılan araştırma sonuçlarına göre ideal şartlar taşıyan bir anne adayının sağlıklı bir şekilde sezaryen sonrası vajinal doğum yapma olasılığı %70 civarındadır. Geriye kalan %30 anne adayında ise çeşitli nedenlerle sezaryen sonrası vajinal doğum yarıda kesilir ve sezaryenle doğuma geçilir.

Sezeryen sonrası normal doğum denemesinin yarıda kesilmesinin en önemli nedenleri arasında doğum eyleminin yeterince hızlı ilerlememesi yer alır. Bunun dışında eski dikiş yerinin açılma ve yırtılma şüphesi varlığında da doğum sezaryenle gerçekleştirilir. Özetle sezaryenle doğum yapmış olmak, takip eden doğumların mutlaka sezaryenle gerçekleşmesi gerektiği anlamına gelmez. Ancak anne adayının gebeliği sezaryen sonrası normal doğum için uygun koşulları taşısa bile, bu denemenin belli bir oranda risk taşıdığı unutulmamalı ve hekimin bu konudaki önerilerine uyulmalıdır.







.......................................................................    

***     HAFTA HAFTA GEBELİK

 KONUSUNA ETİKETLER BÖLÜMÜNDEN ULAŞABİLİRSİNİZ     ***